Steganos Backup 2012 nedir

Uluslar arası bir şebeke, uzak masaüstü (remote desktop) bağlantısı ile ticari işletmelerin sunucularına bağlanmakta ve güvenlik açıklarından yararlanıp saldırı yapmaktadır. Saldırıya maruz kalan firmaların ticari bilgileri şifrelenerek kullanılmaz hale getirilmektedir. Bilgilerin kullanılabilir hale getirilmesi için, aşağıdaki ileti gönderilmekte ve başlangıçta yüksek meblağlar daha sonra anlaşılan rakamların uzak doğu bankalarından birine transferinin yapılması istenmektedir. Transfer yapıldıktan sonra sunucuya yükledikleri şifre çözücü

(AxCrypt-1.7.2976.0-Setup.exe-Axcrypt Installer with Open C Axantum Software AB)

programı ile bilgilerin şifresi çözülerek kullanılabilir hale döndürülmektedir. Özellikle ticari yazılım ya da güvenlik gerektiren bilgi barındıran kullanıcıların bu sorunla karşılaşmamaları için daha dikkatli olmaları gerekmektedir.

Serverinizde (ve bir çok başka serverde) bulunan bir güvenlik açığından faydalanarak serverinize girdim ve kayda değer bulduğum bilgilerinizin yedeklerini şifreleyerek aldım ve orjinallerini üstüne veri yazarak tekrar kurtarılamayacak şekilde sildim.

Verilerinizi geriye bulduğum şekilde koymamı isterseniz bunun şartları konusunda anlaşmak üzere bana ......@gmail.com adresine serverinizin ip numarasını da içeren bir mail atınız koşullar konusunda anlaşalım.

Son zamanlarda sıklıkla başa gelen bir olayı sizlere açıklamak istedik.Bunu yapan şahıslar belirledikleri bir IP aralığını taratıp ve açık buldukları uzak masaüstü paylaşımlarına “brute force” olarak tabir edilen şifre denemeleri yapıp basit şifreleri kırarak sisteme giriyorlar.

İlk yaptıkları muhsebe,veritabanı ve PDKS bilgilerini almak ve bu dosyaları TrueCrypt veya Steganos Backup 2012 gibi bir program ile dosyalarınızı kırılmayacak şifreler ile şifrelemek ve size ulaşıp mail adreslerini verek para istemektedirler.

Ransomware kötü niyetli bir yazılım ile ağa sızma ve arkasından o bilgisayardaki verileri Gpcode ile 1024 bit formatında şifrelenmesidir.Yani bir değişle veri fidyeciliğidir.Bunun amacı verilerinizi şifreleyerek sizden para sızdırmaya çalışmaktır.Bir mail adresi verilerek bize şu kadar parayı şu zamana kadar kimseye haber vermeden şu mail adresi ile irtibata geçerek ödeyiniz.Ödemezseniz ise verileriniz silinecektir.

Virüs programları bunu yakın zamandan itibaren Trojan-Ransom.Win32.Gpcode.bn ve türevi olarak görmeye başladı. Güncel antivirüs yazılımları bunu tespit edebilmektedir.

Olay olduktan sonra ya masaüstüne aşağıdaki gibi bir txt dosya bırakılıyor ya da masaüstü fotosu olarak bu belge yapılıyor.Fotoğraflar şu şekildedir:




Bu İş Başa Geldikten Sonra Yapılacaklar:

- Hemen başında farketti iseniz bilgisayarının enerjisini en hızlı şekilde çekmeniz gerekmektedir.Bu şekilde verilerin bir kısmını kurtarabilirsiniz.

- 1024 bit şifreleme çok çok güçlü bir şifreleme olması dolayısı ile veri kurtarma için kimse garanti veremez verse de kesinliği yoktur.Bu yüzden kimse ile pazarlık yapmayınız.

- Windows loglarında 528 kodu logon: 10 ise altında rdp yapan IP adresi sizin izin verip/vermediğiniz IP adresi mi kontrol ediniz.

- Modem loglarını kontrol ediniz.

- Savcılığa elinizdeki tüm kayıtlar ile başvurunuz.


Çözüm önerileri:

1) Sunucularda varsayılan yönetici kullanıcı “Administrator” adının değiştirilmesi,

2) Yönetici kullanıcı, diğer ve uzak kullanıcı şifrelerinin özel karakterler (harf ve sayılar) içerecek şekilde değiştirilmesi,

3) İşletmeye ait statik IP adresinin ve bilgilerinin kullanıcılar dışında paylaşılmaması,

4) Gereksiz iletilere cevap verilmemesi ve istenmeyen sitelere girilmemesi,

5) Yazılımsal ya da donanımsal güvenlik duvarlarının oluşturulması,

6) Yedeklemelerin düzenli alınması ve bağımsız bir ortamda saklanması

fayda sağlayacaktır.
1

TrueCrypt nedir

Günümüzde neredeyse herkesin usb flash disk’i, external harddisk’i v.b. harici sürücüleri var. Bu medyaların içerisinde bizim için önemli olan dosyaları taşıyoruz. Peki bu dosyalarımız şahsımıza özel ise? Yani başkalarının görmesini veya erişmesini istemiyorsak ne yapmamız gerekiyor? Flash diskimi ve external diskimi başkasına vermem diyebilirsiniz. Günümüzde maalesef şahsımıza ait olan ve içerisinde şahsımıza ait olan dosyalar olan bu tür cihazları “ödünç almak” isteyenler olabiliyor. Vermezseniz malınız çok kıymetli vs. şeklinde eleştirilere maruz kalabiliyorsunuz.

Mevcut sorunları daha da uzatmadan kabaca tanımladıktan sonra şimdi çözüm olarak neler yapabiliriz bunu inceleyelim.

Yukarıda daha çok harici sürücülerimizdeki dosyalarımıza erişilip erişilememesinden bahsettim ama kendi kullandığımız bilgisayarlarımızın disklerindeki klasörlerimiz içinde aynı şeyler geçerli.

Dosyaların şifrelenmesi ile ilgili olarak piyasada çok fazla program mevcut. Ticari ürünler olduğu gibi ücretsiz olarak açık kaynak kodlu programlarda bulunmakta.

Makalemizde inceleyeceğimiz program açık kaynak kodlu olan ücretsiz olarak dağıtılan TrueCrypt programıdır.


TrueCrypt programı ne işe yarar?

  • İnceleyeceğimiz program şifreleme yazılımı ve tamamen ücretsiz.
  • Bir dosya olarak sanal disk oluşturabilir ve bunu gerçek bir sürücü gibi mount edebilirsiniz
  • Hard disk sürücünüzü ve USB flash disk gibi sürücülerinizi şifreleyebilirsiniz.
  • Şifreleme otomatik, gerçek zamanlı ve açıktır.
  • Gerçek zamanlı ve görünmez bir şifreleme sağlayabilirsiniz.
  • AES-256, Serpent ve Twofish şifreleme algoritmalarını ve LRW çalışma modunu destekler.

Şifreli disk oluşturmak için 2 temel yöntemimiz vardır. Tüm diski şifreleyebilirsiniz veya bir dosyaya sanal bir disk oluşturup(terimler tuhaf gelebilir, bir dosya oluşturuyoruz bu dosyamız şifreli ama bunu mount edip sanal disk gibi kullanıyoruz) bunu şifreleyebilirsiniz.


İlk yöntemimizin riski şudur, diski şifrelemek isteyince dönüşümü yaparken diskinizdeki her şeyi de silmiş olacak. İkinci yöntem denemek için çok güzel , basitçe diskinizde herhangi bir yerde bir dosya oluşturuyorsunuz ve bu oluşturduğunuz dosyaya map ediyorsunuz.


TrueCrypt programı Kurulumu

Programın son sürümünü buradan indirebilirsiniz. Programımızın son versiyonu olan 4.3a Vista/2000/XP/2003 için ayrı bir kurulum dosyası Linux içinde ayrı kurulum dosyaları mevcuttur. Programı indirip(XP için olan versiyonu indiriyorum) kurduktan sonra beş dakika içince şifreli bir sürücü oluşturup kullanmaya başlayabilirsiniz. Programın güzelliği her şey tek dosyada. Bu dosyanızı network üzerinde taşıyabilir veya flash diskinizin içine koyup taşıyabilirsiniz.


0

Brute force nedir

Öncelikle ilk kez duyanlar için Brute Force’u açıklayalım. Brute Force herhangi bir şifreyi (Rar şifresi, bilgisayar şifresi vb.) kırmak için en sık kullanılan yöntemlerden birisidir. Otomatik olarak şifre üretip ürettiği şifreleri seçtiğiniz dosya üzerinde tek tek dener.
 

Neden Brute Force?

Yerel sistemlerde gerçekten çok hızlı çalışan bir sistem.
Birden fazla saldırı yöntemini içinde bulundurur.
Birçok sisteme uygulanabilir.
 
Peki nedir bu Brute Force? Yani bir script mi, bir program mı? Yenir mi, içilir mi? Tahmin de edebileceğiniz gibi bir programdan bahsediyoruz. Şifre kırma programlarının atalarından biri. 128 bit şifrelenmiş şifreleri bile kırabilen bir program. Bu programların birçoğuna bir miktar ücret ödeyerek internetten sahip olabilirsiniz. Elbette bunun yasal olmadığını belirtmeme gerek bile yok. WordPress sisteminin şifrelerini dahi kırabileceğiniz bir program. Programın yanında birde Wordlist’e ihtiyacınız olacak. İleriki konularımda bir wordlist listesi hazırlayıp sizlere sunmayı düşünüyorum. O zamana kadar internetten çeşitli wordlist ler bulabilir veya wordlist oluşturucularla kendi wordlist inizi oluşturabilirsiniz. Eğer Brute Force programınız wordlist oluşturma seçeneğini bulunduruyorsa oradan da wordlistinizi oluşturabilirsiniz. (Bkz:Brute Force Attacker) Brute Force programlarının en güzel özelliği de MSSQL Brute Force, WordPress Brute gibi ayrı programlarının bulunması. İnternette bunların örneklerine ulaşabilirsiniz.
 

Brute Force dan Nasıl Korunurum?

Farklı sistemler için farklı önlemler alınsa da en iyi önlem sağlam bir şifre oluşturmakta. Kısa ve basit şifreler yerine uzun ve bir anlam ifade etmeyen, farklı karakterlerden ve kombinasyonlardan oluşan şifreler oluşturmaya bakın. “Akılda Kalıcı ve Güvenilir Şifreler Oluşturun” isimli makalemi okuyarak bu konu hakkında daha fazla bilgiye sahip olabilirsiniz.

Bu yazımda klasikleşmiş konulardan biri olan brute force olayına değineceğim. İlk olarak kelime anlamından bahsedelim. Türkçesi Kaba Kuvvet, Zorlamak anlamlarına gelir. Brute force bir sistem şifresini deneme yanılma yoluyla kırmaya çalışmaktır.

En son çare hek yapan arkadaşların başvurduğu veya boş zamanı olanların sıklıkla yaptığı birşeydir. Etkisi ve tepkisine gelecek olursak, Eğer şifreniz düzgün bir şifre değilse Örneğin 123654 veya asd123 zart zurt tarzında el alışkanlığı yapmış şifreler kullanıyorsanız bu gün olmasada yarın belki bir tane hekır pat diye dalabilir. o Neden le olayı abartmadan ( otamatik şifre üretip rüyamda bile görmediğim karakterleri şifrede kullanmak gibi ) klasik şekilde güvenli ve mümkünse birazcık uzun bir şifre belirliyoruz.

Genel itibari ile Brute force işlemi localde hızlı olmasına karşın web üzerinde sunucunun yanıtına göre hareket edildiği için yorucu bir iştir. Zaten piyasadaki brute force yapanların wordlistlerinde belirli şifreler mevcuttur. (Web Brute için)

Bunlar kolay bulunabilir ve kolay kullanılabilir şifrelerdir.

Kullanıcı adları satandarttır ( admin)

Şimdi yeni bir wordpress site kurdunuz kullanıcı adınız admin ve şifrenizi de sonra değiştiririm şimdilik 123456 olsun gibi bir düşünce yapmayınız. çünkü bir web sayfasının google de indexlenmesi ortalama 2 gün içinde tamamlanır.

ve hekırlar googlenin verdiği sonuclardan bir wordpress site listesi oluşturur. Sonra bunlara klasik ve basit brute force denerler. Elle değil tabikide bir kaç ufak yazılım sayesinde herşey oluverir.

işin caf caflı yanı ise bundan sonra.. size zarar vermeleri bir yana, szinle aynı sunucuda barınan herkes tehdit altına girer.. sunucuyu bypass edip diğer tüm sitelerin bilgilerini ele geçirebilir, hatta daha aklınızın almayacağı uzunlukta bir hek zincirini başlatmış olabilirsiniz.



0
gazeteci yazar çetin altan hayatını kaybetti


Gazeteci yazar Çetin Altan hayatını kaybetti

Çetin Altan kimdir?


22 Haziran 1927'de İstanbul'da doğdu. Dedesinin babası Kırım'dan göç eden arabacı Ahmet Kıpçakski, dedesi Tatar Hasan Paşa idi. Babası hukukçu Halit Bey, annesi Nurhayat Hanım'dır. Galatasaray Lisesi'ni, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. 1943-1944'de Çınaraltı, Varlık, İstanbul ve Kaynak'da şiirleri ve düz yazıları çıktı. İlk kitabı Üçüncü Mevki 1946'da yayınlandı. 

Ulus gazetesinde muhabir olarak başladığı gazeteciliğe Hür Ses'de fıkra yazarlığı ile devam etti. Daha sonra Halkçı, Tan, Akşam, Milliyet, Yeni Ortam, Hürriyet, Güneş gazetelerinde ve Çarşaf dergisinde köşe yazıları yazdı. 1959 yılında Abdi İpekçi'nin teklifi üzerine Peyami Safa'nın (1899 - 1961) yerine Milliyet gazetesinde yazmaya başlamıştır. Daha sonra Devrim, Akşam, Hürriyet, Güneş, Sabah, Milliyet gazetelerinde köşe yazıları yazdı. Dünyanın en çok köşe yazısı yazmış yazarlarındandır.

Çetin Altan 1965-1969 arasında Türkiye İşçi Partisi'nden milletvekilliği yaptı. Önce dokunulmazlığı kaldırılan, sonra da iade edilen ilk milletvekilidir. Yine aynı dönemde, 1968 yılında meclisteki bir konuşması sırasında başlayan tartışma Nazım Hikmet'e kadar sıçramış ve başta o dönemin Adalet Partisi milletvekili Cavit Şadi Pehlivanoğlu ve Hamit Fendoğlu olmak üzere Adalet Partisi milletvekilleri ile karıştığı kavga ile çokça gündeme gelmiştir. Bu dönemdeki anılarını "Ben Milletvekiliyken" adıyla kitaplaştırdı.

1960'lı ve 1970'li yıllardaki köşeyazıları, Taş, Sömürücülerle Savaş, Suçlanan Yazılar, 'Kahrolsun Komünizm' Diye Diye, Onlar Uyanırken, Kopuk Kopuk, Geçip Giderken, Gölgelerin Gölgesi, Şeytanın Aynaları, Bir Yumak İnsan (1978 Türk Dil Kurumu Ödülü), Nar Çekirdekleri adlı kitaplarda toplandı. 9 Mart 1971 darbe teşebbüsünü destekleyen "Devrim" gazetesi mensubu olduğu gerekçesiyle, bu "Millî Demokratik Devrim" darbesi planlarına karşı çıkan zamanın 1. Ordu Komutanı Orgeneral Faik Türün tarafından tutuklanarak sorguya çekildi.

Altan'ın dört romanı vardır: Büyük Gözaltı (1973 Orhan Kemal Ödülü), Bir Avuç Gökyüzü, Viski ve Küçük Bahçe. Dördü de Fransızcaya çevrilen bu eserlerden Büyük Gözaltı İsveçce, Yunanca, Bulgarca ve İspanyolca; Bir Avuç Gökyüzü ise İspanyolca ve Rumence dillerinde yayınlandı. Büyük Gözaltı Fransız liselerinde seçmeli ders kitabı olarak okutuldu.

Yazarın tümü oynanmış oyunlarından basılı olanlar; Çemberler, Mor Defter, Suçlular, Dilekçe ve Tahtaravalli, basılmamış olanlar ise, Beybaba, Yedinci Köpek, Islıkçı ve Telefon Kimin İçin Çalıyor'dur. Kavak Yelleri ve Kasırgalar'da çocukluk anılarını anlatan Altan'ın Aşk Sanat ve Servet ve Atatürk'ün Sosyal Görüşleri adlı iki incelemesi vardır. Rıza Bey'in Polisiye Öyküleri ile Türk yazınında pek az denenmiş olan polisiye türünde eser veren yazar Zurnada Peşrev Olmaz'da mizahi yazılarını topladı. 2027 Yılının Anıları ise onun fütürist bir çalışmasıdır. Çok yönlü bir yazar olan Altan'ın gezi yazıları Al İşte İstanbul ve Bir Uçtan Bir Uca adlarıyla yayınlandı. Tarihinin Saklanan Yüzü ise onun Osmanlı tarihi üzerine yaptığı bir araştırmadır.

Tüm yapıtlarından örneklerin toplandığı "Seçmeler" 1992'de yayımlandı. 1997'de Seçmeler genişletilerek Dünyada Bırakılmış Mektuplar adıyla tekrarlandı. Son 15 yılın günlük gazete yazıları da Şeytanın Gör Dediği kitabıyla okuyucuya ulaştı. Yazar son olarak çocuklar için özel bir yapıtı gerçekleştirdi, Alfabe. Elli yıllık yazı yaşamında yazılarından ötürü pek çok kez mahkemeye verilen Altan hakkında ağır cezada 300'den fazla dava açıldı. 1972 yılında gözaltı süresi 24 saat olmasına karşın 15 gün gözaltında tutuldu. 

Üç kez tutuklandı, iki kez mahkûm oldu ve iki yıl cezaevinde yattı. Son olarak hakkında 159. Maddeye dayanılarak açılan davada tek celsede beraat etti. Çetin Altan köşe yazılarına Milliyet gazetesinde devam ederken 22 Ekim 2015'de öldü.. Oğulları Ahmet Altan ve Mehmet Altan’dır. Kızı Zeynep Bakan'dır.

Hayat hikâyesi, 1998 yılında eşi Solmaz Kâmuran tarafından İpek Böceği Cinayeti adlı kitapta kaleme alınmıştır

22 Ekim 2015'te hayatını kaybetti.
0

Ankara garında patlama


10 Ekim cumartesi günü, Ankarada düzenlenen barış mitinginde patlama oldu.97 kişinin yaşamını kaybettiği, onlarca kişinin yaralandığı katliam günü, Türkiye tarihinin en korkunç terör saldırısı olarak değerlendiriliyor.
"Yurtta Barış Dünyada Barış" diyorum
1


Ünlü tiyatrocu Levent Kırca vefat etti

Karaciğer kanseri tedavisi gördüğü hastanede vefat eden Levent kırca 67 yaşındaydı.
Birçok film ve tiyatro oyununda yer alan Kırca' nın en çok bilinen oyunu "Olacak o kadar" dizisiydi.
Levent Kırca için Allahtan rahmet diliyoruz.
0

hasbelkader ne demek


Rastlantı sonucu, tesadüfen anlamlarına gelir. Osmanlıca...
0

Sepicilik ne anlama gelir


Hayvan derilerini kullanılacak hale getirmek için yapılan işlemler
0
muhammen bedel

Muhammen Bedel nedir

İhalelerde ve açık arttırmalarda karşımıza çıkan bu terim, satışa konu olan malın, o zamanın koşullarına göre bilirkişi tarasından belirlenen değeridir.

0

Aferez nedir

Donör veya hastadan tam kanın alınarak bileşenlerine ayrılması ve istenen bileşenin alındıktan sonra kalan kısmının geri verilmesi işlemine hemaferezis-aferez-denir. 
Aferez'in  kelime anlamı ayırmak, uzaklaştırmaktır.
Hemaferez bu işlemin kana uygulandığı anlamına gelir. Ayrılan kısım hücre ise sitaferez de kullanılır. Çoğu kez bu kelimeler eş anlamlı kullanılmaktadır.
Bu işlem günümüzde özel olarak geliştirilmiş makineler aracılığı ile yapılmaktadır. Bir hastaya transfüze etmek amacıyla sağlıklı donörün kanındaki bileşen ayrılıp alınırsa işleme donörden yapılan  aferez  denir.
0
aşırılık demektir.
0
pişmaniye için söylenen meşhur sözdür.
0
ya kebikeç


Ya Kebikeç

Osmanlıda, kitapları kitap kurtlarından korumak için yazılan tılsımlı dua.
0

Koli   basili (Escherichia coli)  nedir?

koli basili nedir


Koli Basili bir bakteri ceşididir.  Memeli hayvanların kalın bağırsağında yaşayan bakteri türlerinden biridir. Normalde bağırsakta yaşadığı için, E. coli 'nin çevresel sularda varlığı dışkı kirlenmesinin bir belirtisidir. Tek başina zararli degildir ama en buyuk ozelligi insan dişkisinda bulunmasidir.. bundan dolayi koli basili orani yuksek denizlere girilmez..
İnsan barsağında yaşayan önemli bir bakteri. Çubuk şeklinde olup, bazen zincirler halinde görülür. Birçok türleri hareketlidir. Glikozu ve laktozu mayalar. Bir gram dışkıda yüz milyondan bir milyara kadar  koli   basili  bulunabilir.

Koli basili , hayatın ilk dakikalarından itibaren kalın barsağın sürekli misafiridir. Sindirim maddeleri artıklarını parçalayarak geçinen, bu yoldan insanlara faydalı olan bir bakteridir. Koliyi barsakta zararsız bir durumda tutan, barsağın direncidir. Sağlam bir barsak, koliye geçit vermez. Bu direnç herhangi bir sebeple azalırsa,  koli   basilleri  kan yoluyla vücuda yayılır, böbrek, mesane safra kesesi gibi organlara yerleşerek tehlikeli durumlara yol açarlar. 

Koli basili  özellikle kadınlarda idrar yolu enfeksiyonlarına sebep olmaktadır. Bilhassa pis suların döküldüğü plajlar,  koli   basilinin  yol açtığı hastalıkların kaynağıdır. İnsan dışkısının içinde devamlı bulunduğu için  koli   basili  miktarı, suların dışkıyla kirlenmesinde ölçü kabul edilir. Bir suda, üç defa üstüste  koli  tipi  basil  bulunursa, o su içilmez ilan edilmelidir.
0


Hilye ne demek- Hilye nedir

Sözlük anlamı süs ve ziynet olan hilye, resmetmenini yasak ve günah kabul edildiği İslam sanatlarında, Hz. Peygamber'in fiziksel özellikleri ve güzelliğini sade bir dille detaylı biçimde anlatan eserlere verilen genel addır.
0


Kol saati neden 22:10 gösterir


Hiç dikkat ettiniz mi bilmiyorum;
Televizyon veya internette yayınlanan kol saati reklamlarında, hemen hemen hepsinde saatler 22:10 gösteriyor. Bunun nedeni ise, Pazarlama stratejilerinden birinde gizli. Psikolojik olarak satışa sunulan ürünün, müşteri üzerinde olumlu etki bırakması amacıyle saat üzerindeki akrep ve yelkovanın duruş şekli, gülümseyen bir yüz ifadesi almaktadır.

Böylecemüşteri üzerinde algıda yönlendirme yapılarak, reklamların daha pozitif etkiye sahip olup satışları arttırması amaçlanmaktadır. Psikolojik olarak kanıtlanmış bu tür pazarlama tknikleri, birçok firma tarafından kullanılmaktadır.

internette kol saati resimlerini inceleyin. Neredeyse tamamınsa kol saatleri 22:10 u göstermektedir.

0

Müzik notalarının anlamları


işte size müzik notaları ile ilgili hiç bilmediğiniz detaylar;

do: dominus....................... yaradan mutlak
re: rerum.............................madde
mi: miraculum....................mucize
fa: familias planetarium.....gezegenler ailesi
sol: solis.............................güneş
la: lactea via.......................samanyolu
si: siderae...........................gökler

Notaların mücidi, isim babası, İtalyan müzik teorisyeni Guido d'Arezzo dur.
0


Tarık Akan Ferit isminin sırrı


Birçok filmde Tarık Akan, Ferit ismiyle karşımıza çıkmaktadır. Aslında Ferit ismi rastgeleseçilmiş bir isim değildir. Ferit, büyük yönetmen Ertem Eğilmez' in küçük yaşta kaybettiği oğlunun ismidir.
Yönetmenliğini yaptığı filmlerde, oğlunun ismini yaşatabilmek için birçomfimde Ferit ismini ekranlara taşımıştır.

0
"Pijamalı hasta yağız Şoföre çabucak güvendi" cümlersinde Türk alfabesindeki tüm harflerin yer alması, bu cümlenin harf testlerinde ve dijital ortamlarda kullanılmasını sağlamıştır.
0


Solak Soykırımı - ilk alfabeler


Tarihte ilk alfabelerin soldan sağa doğru yazılma nedenini biliyor musunuz?
işte size küçük bir bilgi;

İlk alfabeler çivi yazısı olarak taş tabletlere ya da duvarlara yazılmıştır. Genel anlamda sağ el yaygın olarak kullanıldığı için sağdan sola doğru yazı yazmak daha kolay olmuştur. soldan sağa doğru çekiç ile yazmayı denerseniz, çekicin yüzünüze çarpma ve size zarar verme ihtimali daha yüksektir. Bu yaygın kullanım nedeniyle yarih boyunca tüm yazı ve alfabeler soldan sağa doğru yazılmıştır.

Bu nedenle solak elini kullanan kişiler, yazı yazarken her zaman gözardı edilmiş olmaktadır. Bir anlamda solak soykırımı yapılmıştır.

0




Dünya yok oluyor


Science Advances dergisinde yayımlanan araştırmada, yok oluşun altıncı dalgasının başlangıcıyla ilgili ilk işaretlerin görüldüğü yazdı

İklim değişimi, çevre kirliliği ve ormanların azalması dünyadaki toplu ölümlerin artışındaki başlıca nedenler olarak biliniyor. Bilim insanları şimdi yok oluşun altıncı dalgasının başlangıcıyla ilgili ilk işaretleri gördüğünü iddia etti. Ancak işin kötüsü, toplu ölümler bu sefer insan soyunu etkileyebilir.

Çözüm: Doğayı koruyun, ağaç dikin.
0
bi şiir

Yüzleştiğin acı tanımsızdır anne...

Erkendir her ölüm, sevdiğini uğurlarken buralardan.
başlangıcı olup sonsuza uzanan tek şey zamandır.  Ve geriye kalan herşey, onun içinde kaybolmaya mahkumdur, biliyorsun.
bunu tahmin etmemişsin işte, hiç böylesi aklına gelmemiş. düşlemiş miydin? böyle birşeyi nasıl düşlersin ki, düşlemedin elbet.
sevdiğin hiçkimseye yakıştıramadın ki ölümü. onlar sıcaktılar,  sevgi dolu.  ama ölüm, içini üşütecek kadar soğuk. ellerin değil, duygularındı üşüyen şu yaz ortası.
görememek, konuşamamak. bir gün önce yanında olandan, artık bir ömür boyu ayrı kalmak gibi yakıcı hisler kapladı heryanını.
bu idi demek, sevdiklerinden önce gitmek isteyişinin nedeni.  bunu nasıl bir bencillikle istediğin ve isteğini ne kadar geçerli nedenlere dayandırdığın aşikardı şimdi.
ona senden yakın olanların acısını görünce, sakladın kendi acını. öncelik sırasını karıştırdın acıların. Onların bu haline mi, acının asıl nedenine mi üzülüyordu için, en ilk?
gideceğin zamanı bilerek yaşamanın verdiği ağırlığı, bir kez daha hissetmiştin

Bu açmazda, kim daha acılıydı ki acaba?
0

04.09.2013 Çarşamba

Yine para suyunu çekti, daha yeni, birkaç ay oldu ikinci krediyi çekeli bankadan. Yazmaya enerjim kalmadı, çok yorgun hissediyorum kendimi. Bu ay bakalım nasıl ödeyecem borçları. 15 ağustos tarihli bir mesaj farkettim telefonda yapı kredi bankasından 14400 tl kredi hazır olduğu bildirilmiş. Fırsat bu fırsat diyerek öğle molasında bankaya gittim  ama kredi kaldırılmış. 5000 tl için başvuru yapabileceğim bildirildi ama bu para benim borçların kovuğuna bile yetmez. Yine maddi olarak çok sıkıştım.nasıl yapacam bilmiyorum. Parayı temin edebileceğim bir yer, bir kişi de olmayınca, yalnız olunca çok daha çaresiz hissediyor kendini insan. Her zamanki gibi zamana bıraktım bir fırsatını bulup para temin ederim diye bekliyorum kaderimi. Ama abi her ay yaşanır mı bu sıkıntı. Bir türlü düzen kuramıyorum. Hep bir sorun var maddi açıdan. Sigaraya da başladım yine. Zaten sadece 2 ay bırakabildim. Daha fazlası olmadı. en azından boş yere para harcamıyordum ama  olmadı işte. İyi bir hayat, iyi şeyler getiriyor  yanında, kötü hayat da aynen kötü şeyler...kanım çekildi, gözlerimi bile açamıyorum moraksizlikten. Bu amele hayat ile olacağı budur.  Daha fazlası zaten olmuyor, olmaz da. Çok sıkıldımmm.
0

29.11.2012 perşembe

Bir engel var önümde her zaman, ya da tamamiyle benden kaynaklanıyor. Ama bu kadar da kadersizlik, talihsizlik olmaz be. Bişeyler var biliyorum sadece bende değil, genelde, bende, kardeşimde annemde babamda, dayımlarda, kayınbabamlarda.... hiçbiyerden normal olacak şeyler göremiyorum. Cenabet mi doğduk bilmiyorum ki ya.

3 yıldır evliyiz ama neredeyse 10 kez çıktık gezmeye, dışarıya. Moral olmayınca bi türlü konsantre olamıyorum, kalabalıklardan, insanlardan, bakmaktan, görmekten, konuşmaktan, nefes almaktan herşeyden kaçıyorum. Olmak istemiyorum bu tür sosyallliğin.  Ama ne yazık ki bir çıkar  yol da bulamıyorum. İntihar  falan düşünmüyorum (bazen ama şimdilik değil) ama bir çıkar  yol da bulamıyorum. Ne salak bir adamım yaa... ha evet ben adam bile olamadıydım. Şansımız nerede, ve ne zaman gelecek bize bilmiyorum. Ama artık tam zamanıdır. Gelsin artık. Uçurumun kenarındayım hızır....
0

26.11.2012 Pazartesi.

Uzun zamandır kendimi çok kötü hissediyorum. Ne içtiğim sigara ne de neredeyse her gece aldığım alkol beni teskin ediyor.  Kendimden nefret etmeye başladım. Önceleri elbette gurur duymuyordum ama sorumluluklarımın bilincinde olarak kendimi fazla kafaya takmıyordum. Ama sanırım tıkanmaya başladım.bazen nefes bile almak istemiyorum. Ama ben nefes alamazsam sevdiklerime nasıl nefes olacam?

Bir anda gözlerim doluyor, ağlamak istiyorum hüngür hüngür. Ama olmuyor. Birer birer içime damlıyor gözyaşlarım, sıkıntı yaratıyor atmak istiyorum, rahatlamak istiyorum yapamıyorum.

Hiçbir işe yaramıyorum. Yıllar önce annem “herkes bişeyler oldu, sen neden olamadın” diye sormuşlardı. Babam ise bakışları ve konuşmalarıyla bunu her defasında hissettiriyordu. Kırılmıştım, üzülmüştüm bunu duyduğuma. Ama yıllar sonra anladım ki anne baba her zaman haklıymış. Buna “kader” demek aslında kolaya kaçmaktan başka birşey değil. Ama ben çok iyi biliyorum ki ben pek bir işe yaramıyorum. Çalıştığım işyerinde ünvanım “uzman” ama koftiden uzman. Bişeyler yapmam lazım ama yapamıyorum. Tek yaptığım, durmadan sigara içmek, alkol kullanmak. Böylece unutuyorum, kendimden kaçıyorum, kendimi, ne salak biri olduğumu unutuyorum biran.
0
duayen Fransızca (doyen) “Bir meslekte yaşça, kıdemce ileride ve yetenek bakımından üstün niteliğe sahip olan kimse.” anlamında
herhangi bir alanda, onun üzerine tanınmayan, o alanın en donanımlı,en bildik kişi.
0

 
yaramaz çocuk

 

 

İnatçı çocukla baş etmek



Çocukların doğasında olan inatçılığı kırmanın en iyi yolu ceza uygulamak değildir. Uzmanlar, inatçı çocuklarla baş edebilmek için neler yapmak gerektiğini anlattı.

Her çocuk az da olsa inatçıdır. Onun bu inadını kırmak için ille de ceza uygulamanız gerektiğini düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz demektir.

Çocuklarda inatlaşma her yaş döneminde görülür. Bağımsız birer birey olduklarının farkına varmaya başlamaları ve dünyayı keşfetme merakları bu inatlaşma sürecini tetikler.
Çocuklar anne-babaları ve çevresindekiler ile ayırım yapmaksızın her zaman ve her konuda çatışmaya girebilir.

Çocukların bir inatlaşma nöbeti süresince fikir değiştirdiğine tanık olabilirsiniz. Bazen, neyi isteyip neyi istemediğini bile anlayamazsınız. Örneğin acıkmıştır ama evdeki yemeği yememekte direnir, hamburger ister, hamburgerciye gidersiniz, 'Ben bundan istememiştim ötekinden al' diye tutturur, öteki menüden alırsınız başka bir bahane bulur vs. Birinizden biri yenik düşene kadar devam eder bu sürtüşme.

İnatçı çocukla karşı neler yapmalısınız?
Çocuğunuzun inatlaşma dönemlerinde her iki tarafın da amaçlarını açıkça ortaya koymaya çalışın. Sizin amaçlarınız çok çeşitli olabilir; ona yemek yedirmek, bir oyuncakçının önünden geri çekmek, ablasının odasından çıkmasını sağlamak veya uyutmak. Onun ise tek bir amacı vardır; sizin dediğinizin tersini yapmak... Ancak bu şekilde size kendisinin bağımsız bir birey olduğunu, kendi tercihlerini kendisinin yapabildiğini kanıtlayabilir.

Pek çok anne-baba bunun farkında olmadığı için çocuklarıyla gereksiz yere çatışmaya girer ve kendilerini de çocuklarını da yıpratır. Daha da kötüsü bazı çocuklar bunu bir alışkanlık haline getirirler, daha ileriki yaşlara taşırlar ve/veya anne-baba bu çatışmalara çözüm olarak şiddete başvurmaya başlar.

Kısacası çok küçük yaşlarda başlayan ve çocukların gelişiminde çok doğal olan inatlaşma, anne-baba ve çocuk arasındaki bir iletişimsizliğin başlangıç noktası olabilir ve bir kısır döngüyle son bulabilir.

Çekişmelere karşı yapılması gerekenler
- Soğukkanlılığınızı korumaya çalışın. Derin bir nefes alın ve içinizden 'O sadece bir çocuk' diye düşünerek, uzlaşmacı olun.
- Amacınız ona, kimin güçlü kimin güçsüz olduğunu ispatlamak değil, o anda elde edemeyeceği bir şeyden vazgeçmesini sağlamak olmalı.
- İstediği şeyi neden yapamayacağınızı basit bir şekilde açıklayın ve bu açıklamayı yaparken mutlaka bu durumdan dolayı ne kadar üzgün olduğunuzu belirtin. Onun istediği şeyi sizin de istediğinizi ama koşulların buna izin vermediğini söyleyin.
Duygularını paylaştığınızı bilmek onu hem rahatlatacak, hem de sizi ona karşı sürekli engeller koyan bir düşman olarak görmesini engelleyecektir.
- Ona kararlı ve tutarlı, fakat mutlaka sevecen bir tavırla yaklaşın. Önce 'hayır' dediğiniz bir şeye sonradan 'evet' derseniz çocuğunuz bunu size karşı sürekli kullanmaya başlar.
- Kararlı olduğunuzu açıkladıktan sonra ona biraz zaman tanıyın. Bir süre sonra yeniden istediğini elde etmek konusunda sizinle inatlaşmaya başlarsa hiç tepki vermeyin. Birkaç denemeden sonra vazgeçecektir.
- Çocuğunuz her şeye rağmen sizinle inatlaşmaya devam ediyorsa, dikkatini istediği şeyden başka bir noktaya çekmeye çalışın. Bu bir çizgi film, bir kuş, bir kedi, sevdiği bir yiyecek veya oyun vb. herhangi bir şey olabilir.
- Çocuğunuza az sayıda seçenek sunun, böylece onu bağımsız bir birey olarak tanıdığınızı, onun kararlarına saygı duyduğunuzu düşünecek. Kendisiyle ilgili kararları verebildiğini ve onun seçimine öncelik tanındığını düşünerek inatlaşmaktan vazgeçecektir
0
seçim sonuçları Türkiye



7 haziran genel seçimleri


Yapılan genel seçimlerin sonuçu olarak, iktidardaki AKP, bu seçimlerde aradığını bulamadı. % 40 oranında oya sahip olan AKP, tek başına hükümet kuramayacağı için, koalisyon kurulması gündemde. Belirlenen sürede hükümetin kurulamaması durumunda 'erken seçime' gidilecek.
AKP ile MHP koalisyonu daha olası görünse de, MHP nin ortaya koyduğu şartlar nedeniyle ve AKP nin taviz vermez tavırları nedeniyle erken seçime gidilme olasılığı daha yüksek.
hayırlısı..
0

suleyman demirel vefat etti

 

9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel vefat etti


1 Kasım 1924 doğumlu siyaset adamı, Solunum yetmezliği nedeniyle 91 yaşında vefat eden Süleyman Demirel, Türk siyasetinin önemli isimlerinden biriydi. 2013 yılında eşini kaybeden Süleyman demirel, 2 yıl sonra 2015 de vefat etti.
Allahtan rahmet diliyoruz.

0

 

Bir köpek yaşı niçin yedi insan yaşına eşittir?



Evlerinde köpek bulunduranlar, köpeklerinin yaşlarını insan yaşı ile mukayese edebilmek için, her bir köpek yaşının yedi insan yaşına eşit olduğunu ileri sürerler. Peki bu doğru mudur?


Tam olarak değil. Bu konuda üretilen çeşitli formüller var ama en basit ve akla yatkın olanı şu; Köpeğin birinci yaşı - 21 insan yaşı Köpeğin ondan sonraki her yaşı = 4 insan yaşı Buna göre 7 yaşında bir köpeğiniz varsa, insan ömrüne göre 21 + (6 x 4) = 45 yaşındadır. Bu hesaba devanı edersek 10 yaşındaki bir köpek insanın 57, 15 yaşındaki ise 77 yaşındaki ömrünü sürmektedir.



Bu hesap şekli akla daha yatkındır. Bir köpek yaşı yedi insan yaşına eşittir düşüncesi ile seksüel olgunluğa erişmiş bir yaşındaki bir köpek yedi yaşındaki bir çocuk ile, 15 yaşındaki bir köpek ki, birçok köpek bu yaşa ulaşabiliyor, 105 yaşındaki istisna ve az bulunur bir ihtiyarla eşleştirilmiş olur ki, bu da akla pek uygun gelmiyor.

0

yesil ot yiyen inekler

 

Yeşil ot yiyen ineklerin sütleri niçin beyazdır?



 Hayvanların yedikleri gıdaların renklerinin, neresinden çıkarsa çıksın, çıkan şeyin rengi ile bir alakası yoktur. Buna en iyi örnek inektir. Bir ineğin en çok yediği yeşil renkli otlardır. Bu otlar ineğin dört odalı midesinde çözülür ve moleküllere ayrılır, moleküllerin ise renkleri yoktur. Sütün renginin beyaz olmasının nedeni içinde çözünmüş halde bulunan kalsiyum kasinat (case-inate)tır.

Peki o zaman dışkı niçin kahverengi, idrar niçin açık san renktedir? Dışkının kahverengi olmasının sebebi bağırsaklarda hazmı sağlayan sıvılar, özellikle de safra suyudur. Safra suyu asdan değil, sirklerdeki trapezciler gibi geriye yarım ters takla atmaktadırlar. Tavana yaklaşınca, ön ayaklarını başlarının üzerine çekerek ters dönmekte ve tavana önce ön ayakları ile dokunmaktadırlar. Sonra sıra ile diğer ayaklarını da koyarak vücutlarının tavanda tutunmasını sağlamaktadırlar
0

 Kediler nasıl hep dört ayak üzerine düşerler



Bilimsel olarak izahı biraz zor. Bilime göre düşen bir cisme dışarıdan bir kuvvet uygulamazsanız, ona açısal bir dönme hareketi kazandıramazsınız. Gerçi bir kule atlayıcısı, havuza düşmeden önce havada birkaç kez takla atar, kendi ekseni etrafında döner ama bu tramplen veya kuleyi terk ederken ayakları ile başlattığı bir dönme hareketidir.



Sırtüstü düşen bir kedi önce bacaklarını kendisine, kuyruğunu da bacaklarının arasına çeker, başını yere bakacak şekilde döndürür. Belirli bir noktada tam tersim yaparak bacaklarını ve kuyruğunu açar ve vücudu tam ters yöne, yani yere doğru döner. Böylece paraşüt etkisi yaratarak, hızını da frenler ve inişin yumuşak olmasını sağlar.



Yapılan deney ve gözlemlerde bir kedinin alçak bir yerden düşmesinin, yüksek bir yerden düşmesine göre çok daha fa/la hasar yaratabileceği tespit edilmiştir. Örneğin yaklaşık 100 metre yüksekliğindeki, 32 katlı bir binanın tepesinden düşen bir kediye hiçbir şey olmazken, 7 katlı binalardan düşenlerde ciddi sakatlıklar, hatta ölüm vakaları görülmüştür. Bilim insanları bunu da 'limit hız' ile izah ediyorlar.



Havadan yere düşen cisimler, önce gittikçe artan bir hızla yere düşerler. Sonra kütlelerine bağlı olarak belirli bir mesafede hızdaki bu artış durur ve 'limit hız' denilen sabit bir hızla yere düşmeye devam ederler. Yani bir gökdelenin tepesinden atılan madeni bir paranın yere düşme anındaki hızı ile uçaktan atılan (aynı) paranın hızı arasında bir fark yoktur. İyi ki de yoktur, çünkü bu 'limit hız' olmasaydı ve cisimler gittikçe artan bir hızla düşmeye devam etselerdi, yağmur damlaları kafamıza kurşun gibi düşebilirlerdi.



Bu teoriye göre yüksekten düşen kediler, yaklaşık saatte 100 kilometre sürate gelince limit hıza ulaşırlar, artık hep aynı hızda düşerler ve stresi atlatıp, kendilerine gelir ve gevşerler. Başlangıçta bahsettiğimiz dönme hareketini yaptıktan sonra, Avustralya'da yaşayan uçan sincapların uçuşuna benzer şekilde, tüm vücutlarını paraşüt gibi kullanarak, yaralanma olasılığını en aza indirerek, yere inerler.



Tabii bütün bu deney sonuçlan ve teoriler, hayvan hastanelerine gelen kediler göz önüne alınarak ortaya çıkartılmıştır. Yüksekten düşüp de ölen veya alçaktan düşüp, ölmeyip, olay yerini terk eden, her iki şekilde de hayvan hastanelerine uğramamış kedilerin sayıları bilinmiyor.

0

Kuşlar niçin 'V şeklinde uçuyorlar 




Sadece kazlar değil, martılar, pelikanlar gibi büyük su kuşları da filo olarak toplu halde giderken 'V şekli oluşturarak uçarlar. Bunun nedeni ile ilgili kesin olmayan, tartışmaya açık çeşitli görüşler vardır. Biz bunlardan en çok rağbet gören ikisinden bahsedelim.



Birinci görüşe göre, sürünün 'V şeklinde uçmasının amacı enerji tasarrufudur. Bu uçuş şekli ile öncelikle en öndeki kuş, bir arkadaki kuşa gelecek rüzgarı ve hava direncini engeller ve daha az enerji sarf etmesini sağlar.



Bunun bir başka örneği de bisiklet takım yarışlarında birbiri arkasına saklanarak giden ve sık sık en öndekini değiştiren yarışmacılarda da görülür. Araba yarışlarında da arkadaki araba öndekine mümkün olduğunca yaklaşarak, onun kestiği rüzgar ve hava akımının avantajı ile daha az yakıt harcamayı amaçlar. Bu şekilde uçan kuşlarda da sık sık en öndeki liderin değiştiği ileri sürülmektedir.



Yine bu görüşe göre, öndeki kuş kanadını çırptığında, kanadının ucunda bir hava boşluğu, yani bir girdap yaratır, arkadaki kuş buraya yükselen havayı kanatlarının altında bularak ve daha az enerji sarf ederek yüksekliğini muhafaza eder. Bu kuşun hareketinden de bir arkadaki kuş faydalanır. Bu uçuş şeklinin daha ziyade büyük kuşlarda görülmesinin nedeni de bunların büyük kanatlan ile yarattıkları hava hareketinin büyüklüğü ve arkadaki kuşun işine yarayabilmesıdir.



70'li yıllarda yapılan bir araştırma sonucunda, 25 kuşluk bir filonun bu şekilde uçarak, uçuş mesafesini yüzde 75 artırabildi-ği ileri sürülmüştür. Ancak bu teoriye göre her kuşun öndeki ile aym mesafe ve açıda uçması ve senkronize yani eş zamanlı kanat çırpması gerekir ki, bu, gerçekte mümkün değildir.



ikinci bir görüşe göre ise, kuşların gözleri başlarının yanındadır, dolayısıyla tam önlerini göremezler. Bu uçuş şekli ile sürünün fertlerinin birbirini görerek, kaybolmadan bir arada kalması sağlanır. Bu görüşe karşı olanlar ise kuşların geceleri de uçtuklarını, bu nedenle öndeki kuşu görmenin önemli olmadığını zaten sürüyü kuşların bağırışlarının bir arada tuttuğunu ileri sürüyorlar.



Çok basit gibi görülen bu olayın bile sebebi tam öğrenilmiş değil, belki de görüşlerin bileşimi, yani hepsi doğru. Kuşlar ko-nuşabilseler de anlatsalar!

0

Atlar nasıl ayakta uyuyabiliyorlar?



Amerikan kovboy filmlerinde, atların geceleri kamplarda veya gündüz barların önünde daima ayakta, binilmeye hazır vaziyette durduklarını seyrederiz. Doğrudur, atlar nadiren yatarlar, genellikle hasta oldukları veya doğum yapacakları zaman.


Atlar günlerce, hatta haftalarca yere yatmadan ayakta durabilirler ve yol gidebilirler. Ayakta dururken dizlerini kilitlemeleri ve uyumaları mümkündür. Siz bunu denerseniz, beyninizin üstüne düşmeniz kesindir.


Bilim insanları, atların ayakta iken daha rahat olduklarını ve daha az enerji sarf ettiklerini söylüyorlar. Çünkü atın vücudu bir hayli büyüktür ve yatarken nefes almasında iç organları kimi güçlüklere yol açar.

0

Tellere konan kuşlar niçin çarpılmıyorlar?



İnsanların dokundukları anda kömür oldukları binlerce volt cereyan taşıyan elektrik tellerine konan kuşlar nasıl oluyor da cereyana kapılmıyorlar? Çünkü topraklanmamışlardır. Çünkü tam bir devre meydana getirmezler. Çünkü kısa devre yaratmazlar. Tüm bu ' çünkü'lerin anlamı esasında aynı yola çıkar.



Elektriğin, elektronların komşu atomlara çarpıp onları titreştirmesi ile iletilen bir enerji olduğunu hepimiz biliyoruz. Bir jeneratörden, kablonun içindeki iki telden biri ile çıkan akım, lambayı yakıp, görevini yaptıktan sonra diğer nötr telden geri döner.



Elektrik akımı direnci sevmez. Eve dönmek için daima en kısa ve kolay yolu tercih eder. Bir su birikintisi içinde iseni/ ve elektrikli bir tele dokunursanız, akım telden en kolay yol olan vücudunuza girer, oradan da son derece iletken olan su birikintisine geçerek, topraktan eve döner.



Elektrik telleri üzerine konan kuşların toprakla alakaları yoktur. Onlar elektriğin evine dönmesi için bir kısa yol yaratmazlar. Elektrik onların vücudundan geçmektense, kendisine kuş vücudundan daha az direnç gösteren, iki ayakları arasındaki teli tercih eder. Kuşlar da bu nedenle bütün bir gün boyu, yüksek voltaj taşıyan, çıplak elektrik telleri üzerinde durabilirler.

Eğer bu arada kuş kazara elektrik tellerini taşıyan direğe temas ederse, elektrik akımı kuşun gövdesi ve direk yolu ile toprağa geçer ve kuş ölür. Yüksek enerji hatlarının direklerinde oturan kuşların telleri gagalama alışkanlıkları vardır. Bir zamanlar Almanya'da bu şekilde kuş ölümleri o kadar arttı ki, direkler ve destekler topraktan izole edilerek kuşlar ölümden kurtarıldı
0

Sivrisinekler insanı niçin sokar



Dünyada yaklaşık üç bin sivrisinek türü olduğu bilinmektedir. Bunların çoğu insana saldırmaz. Zaten aksi olsaydı dünyanın her yerinde bulunabilen bu yaratıklar ormanda, dağda, insan bulunmayan yerlerde yaşamlarını idame ettiremezlerdi.



İnsanların kanlarını emerek yaşayan sivrisinek türlerinin yalnız dişileri kan emer. Dişiler de insanların kanlarını kendi yumurtalarını üretebilmek için protein sağlayabilmek amacıyla emerler. Birçok cinste dişi sivrisinekler en azından ilk yumurtalarını kana ihtiyaç duymadan üretebilirler, fakat sonraki yumurtaları için kana ihtiyaçları vardır. Bulabildikleri her canlının kanını emerler, hatta deniz yüzeyine gelen balıklar bile ellerinden kurtulamaz.



Erkekler çiçek özleri ile beslenirler. Yumurta üretme gibi bir dertleri olmadığından insanları sokmazlar.



Dişi sivrisinekler avlarının yerlerini duyargaları ve üç çift ba-caklarındaki alıcılarla bulurlar. Alıcılar ile nem, ter ve ısı özelliklerini saptarlar. Sivrisineğin duyargaları bir santigradın binde biri kadar sıcaklık değişimlerini algılayabilecek kadar hassastır.



Dişi sivrisinekler insanın nefes verirken çıkardığı karbondioksit bulutu içinde, ileri geri hareketler yaparak bu bilgileri değerlendirirler, avın yararlı olacağına karar verirlerse eyleme geçerler. Bazılarının 'sivrisinek bana dokunmaz' demelerinin esas nedeni ter ve nefes kokularının, sivrisinek için cazip ve özendirici olmamasıdır.



Sivrisinek sanıldığı gibi içi delik ve sivri uçlu bir boruyu deriye sokarak kanı emmez. Sivrisinekte ağzın altındaki kesede iki tüp, iki de neşter olarak kullandığı testere ağızlı bıçak vardır. Önce bıçaklarla deride delik açar, sonra tüplerden biri ile tükürüklerini bu deliğin içine akıtır.



Bu tükürük insan kanının pıhtılaşmasını önler, böylece ikinci tüpü sokarak, sıvı kanı size fark ettirmeden kolayca emer. Eğer bir dakika içinde hala fark etmediyseniz, deposu kanınızla dolu olarak, kafayı bulmuş şekilde derinizden ayrılır.

Sivrisinekleri tahrik eden şey nefesinizdeki karbondioksit oranı ile derinizdeki ısı ve nem oranı olduğundan, özellikle geceleri sivrisinek hücumlarını geçiştirebilmek için, çok sık nefes alış-verişi gerektirecek fiziksel hareketler yapmamanız, teninizi serin ve kuru tutmanız gerektiğini unutmayın.
0

Kırmızı renk boğaları niçin kızdırır



Aslında kırmızı renk hiçbir boğayı kızdırmaz. Çünkü boğalar renk körüdür ve kırmızıyı diğer renklerden ayırt edemezler. Boğa güreşinde matador boğayı eline aldığı şapkasını şalını sallayarak kızdırır. Boğanın kırmızı şala saldırdığı inancı yanlıştır.



İspanya'da boğaların kırmızı renge saldırdığı inancı, matadorların kırmızı başlık kullanmaları nedeni ile yaygınlaşmıştır. Halbuki başlıklarda bu renk boğayı kızdırmak için değil, seyircilere hoş görüntü verebilmek için seçilmişti.



Kırmızı renk aslında insanları etkiler. Yapılan deneylerde bu rengin insanlarda kan basıncını yükseltip, kalp atışını hızlandırdığı saptanmıştır. Bunun nedeninin de kırmızının, kanın rengi olduğu sanılmaktadır.



Boğalar arenada kırmızı rengi görünce asabileşmezler. Kendinizi boğanın yerine koyun. Etrafınızdaki çığlık atan binlerce insanın ortasında, tozlu, gürültülü ve çok sıcak bir ortamda, sırtınıza saplanmış onca kılıcın acısı içinde, bir de şapkasını şalım sallaya sallaya üstünüze gelen bir adam varsa, yani kızmak için bu kadar sebep varken, sırf rengi kırmızı diye bir bez parçasına kızar mıydınız?



109



Boğa güreşi hakkında bilinen yanlışlar sadece bu kadar değil. Aslında boğa güreşi geleneği İspanya'dan doğmuş değildir, îlk çağlardan itibaren boğa, kuvvetin, dayanıklılığın ve verimliliğin simgesi olmuştur. Boğa güreşinin ilk versiyonu antik Yunan, Roma, Mısır ve hatta Kore ve Çin medeniyetlerinde görülür.

Boğaya Persliler taparlar, Afrika Zuluları ise öldürüp safrasını içerlerdi. Tüm bu geleneklerin temelinde, hayvanın gücü yatmaktadır. Bu geleneğin bir şekilde İspanya'ya geldiği, Avrupa ülkeleri içinde feodal düzeni en son terk eden bu ülkede de kalıcı olduğu sanılmaktadır.
0

Niçin böcek yemiyoruz


Böcek yeme fikrinin insanda oluşturduğu tek duygu iğrenme duygusudur. İnsanların gıda tüketim alışkanlıklarını, kalori değerleri ve beslenme dengesi değil, dinler, gelenekler kısacası kültürler belirler.


Günümüz insanları sadece birkaç omurgalı, yumuşakça ve kabukluları yemesine karşın, atalarımız böcek yiyici idi.


Böcekler bol miktarda protein ve yağsız sığır etinden daha az yağ içerirler, içlerinde bol miktarda kalsiyum, demir, çeşitli mineraller ve vitamin vardır.


Protein içeriği bakımından, çekirge yüzde 50-75, örümcek yüzde 64, karınca yüzde 24, tavuk yüzde 23, balık yüzde 21, sığır eti yüzde 20 ve kuzu eti yüzde 17 zengindir.


Avrupalılar böcek yemez ama Afrika'da değişik çekirge türleri ve iri kelebek tırtılları yenir. Tayland'da bir tür iri su böceği, Yeni Gine'de ağustos böceği, Japonya'da kızartılmış yaban arısı, yalnız veya diğer besin maddeleri ile veya soslarla karıştırılıp yenmektedir.


Halen dünyamızda, insan gıdası olarak 500 civarında böcek türü yenilmekte, bunun yüzde 40'ı Meksika'da tüketilmektedir.


İnsanların böcek yeme alışkanlığını kazanamamalarmın sebebi muhtemelen, böceklerin boyutlarının küçük, dolayısıyla tüketim için gerekli olan miktarın temininin zor olmasından kaynaklanmaktadır.


Bundan sonra söyleyeceklerimiz, bizi dikkatli okuyan ve evlerindeki kalorifer böceğinin ekonomik değerini anlayan okurlara;


Eğer böcek yemeye karar vermişseniz, onları sağlıklı olarak yakalamalı ve derhal işleme koymalısınız, çünkü ölü böcekler çok çabuk bozulurlar.


Karasinekler ve hamamböcekleri gibi böcekler çoğunlukla bakteri taşırlar, bunları yememek gerekir. Aslında öyle veya böyle bütün böcekler parazit taşıdıklarından, iyi bir pişirme gerekir. Tüylü böcekler boğazı tahriş eder, renkli böcekler ise çoğunlukla zehirlidir.


Şaka bir yana, insanlar sağlıklı bir şekilde böcek yiyebilme alışkanlığına kavuşsalardı, besi hayvancılığına ayrılan otlaklar bugün orman olarak korunabilecekti!

0

Niçin her insanın sesi farklı





İnsan sesi, daha doğrusu insan konuşması oluşurken katkıda bulunan o kadar çok şey vardır ki, bunlar bir araya gelince iki insanın konuşmasının aynı olma ihtimali yok denecek kadar azdır. Hatta her bireyin konuşması o kadar kendine özgüdür ki, telefonda sesin alttan ve üstten belirli frekansları yok edilmesine rağmen, açar açmaz 'merhaba' deyişinden karşımızdaki kişiyi tanıyabiliriz.


Sesimizin oluşmasının ana nedeni şüphesiz ses tellerimizdir. Ses tellerinin boyu sesimizin kalınlığını belirler. Ne kadar uzun-salar ses o kadar ince çıkar. Kadınların erkeklere göre avantajla-I n ses tellerinin daha uzun olmalarıdır. Tabii ki ses tellerimiz se-I simizin tınısını tek başlarına belirleyemezler. Dudağımız, dişle-P rimiz, dilimiz olmasaydı ortaya anlaşılmaz rahatsız edici bir gürültü çıkardı.



Konuşurken nefes veririz. Bu nefes konuşmanın karakteristiğini etkileyen en az 11 noktadan geçer. Ayrıca kişinin karakteri, havanın akışı ve hızı, ağız ve dudak yapısı da konuşmada etkin faktörlerdir. Ancak tüm konuşma olayının organizatörü beyindeki bir bölgedir. Burada düşüncenin ana yapısı oluşturulur, kulak ve gözlerden gelen sinyallerle birleştirilir ve boğaza sinyal olarak gönderilir.



Hayvanlarda ise beyinde böyle bir bölge yoktur. Bazı papağan, muhabbet kuşu hatta karga türlerinin konuşmaları onların ezberleme ve tekrar edebilme yetenekleridir. Bilinçli bir konuşma söz konusu değildir. Genetik olarak insana en yakın olan şempanzelerin bile dil ve damak yapıları nedeni ile insan gibi konuşmaları mümkün değildir.



Dünyanın dört bir yanında farklı lisanlar konuşuluyor ama tüm bu insanlar ağızlarında benzer sesler çıkarıyorlar. Her iki dudakları ile 'P' ve 'B', dudak ve dişleri ile 'F' ve 'V, dilin ön kısmı ile 'T' ve 'D', dilin arka kısmı ile de 'K' ve 'G' seslerini çıkarıyorlar.



Dilin ilk insanlarda, işbirliği daha doğrusu kültür ve bilgileri gelecek nesillere aktarma ihtiyacından doğduğu sanılıyor. Günümüze kadar altı bin dil geliştirilmiş. Dünyadaki bütün dillerin tek ortak yanı, en çok kullanılan kelimelerin daha az sayıda harfle yazılmalarıdır. Altay dilleri ailesine giren Türkçe'mizde bazı ilginç özellikler var. Bir kere cisimleri dişi ve erkek olarak ayırmıyoruz, ses uyumu var ve bir ad veya fiil kökünden değişik eklerle yeni kelimeler türetebiliyoruz.



İnsan yüzündeki kaş, göz, burun, ağız ve diğer şekillerin çok az fark göstermelerine rağmen hepsi birleşince nasıl bir insan diğerine benzemiyorsa, oluşumunda katkıda bulunan şeylerin çeşitliliği açısından konuşmamız da öyledir.

0

Erkek ve kadınların el yazıları farklı mıdır



El yazısına bakarak yazanın kadın mı, yoksa erkek mi olduğunu tespit edemezsiniz. Bir el yazısının analizi sonucu, yazanın kişiliği, karakteri, hissi durumu, açıklığı, akıl durumu, enerjisi, motivasyonu, korkuları ve savunması, hayal gücü ve uyumluluğu gibi birçok konuda fikir sahibi olunabilir ama cinsiyeti konusunda bir karar verilemez. Gerçi kadınların ve erkeklerin el yazılarmda ayrı ayrı bazı karakterleri benzer şekilde kullandıkları bilinmektedir ama bu tüm bir yazı hakkında tatmin edici bir fikir vermez.



El yazısı analizi kişinin şuuraltında yatanlar hakkında az çok ipucu verebilir ama bu da bir noktaya kadardır. El yazısından sadece cinsiyet değil ırk, din ve hatta yazanın solak mı, yoksa sağ elini mi kullandığı da tespit edilemez.



Bu konu nörobiyoloji dalında çalışanların da ilgisini çekmiş ve bilim insanları sinirkaslarının reaksiyonlarını sınıflandırmaya çalışmışlardır. Bazı sinirkası reaksiyonlarının benzer kişiliklere ve beyin ikazlarına sahip insanlarda olduğunu görmüşler, buradan da yazı tarzı ile kişilik arasında bir bağlantı olabileceğini saptamışlardır.



El yazısı insandan insana değişir. Her çocuğa ilkokulda harflerin yazılması belirli bir kalıpta öğretilmesine rağmen, çocuklar çok kısa sürede kendi bireysel özelliklerini harflere ve yazı şekillerine yansıtırlar. Zamanla insan olgunluğa erişince kendi kişiliğine özel ve bakıldığında yazanın kim olduğunu ele verecek yazı stili oluşur.



Aslında çok azımız düşündüğümüz gibi yazarız. El yazımız düşüncemizden ziyade kişiliğimizi yansıtır. El yazısını analiz etme artık sosyal bir bilim dalı olarak kabul edilmektedir. Eğitimli ve tecrübeli bir analizci yüzde 85-95 doğrulukla yazının sahibi (cinsiyeti değil) hakkında bilgi verebilmektedir. Bu analizcilere iş başvurularında, firmalara ve devlete adam almada hatta mahkemelerin yaptırdığı tatbikatlarda başvurulmaktadır.



Sahte imzalar da benzer bir konudur. Sahtekar taklit ettiği imzaya kendi yazı stilinden de bir şeyler katar. Çoğu kez bu sahte imzalar kolaylıkla ayırt edilebilir. Sahte imzayı atan, imzayı çok incelemiş, imzayı atış şeklini ve kalem hareketlerinin sırasını çok iyi uygulamışsa bile imzanın sahte olduğu tespit edilebilir, ancak sahte imzayı atan hakkında bilgi edinilemez.

0

Tırnaklarımız nasıl uzuyor




Hayvanlar pençelerini toprağı kazmada, savunmada ve saldırıda kullandıkları için bunların sivri oldukları, insanların tırnaklarının ise geçirdikleri evrim sonucunda düzleştiği ileri sürülüyor. Genel anlamda tırnaklarımız saçlarımızla ortak bir özellik gösterir. İkisinin de görülen kısımları ölü hücrelerden oluşmuştur ve kompozisyonlarındaki ana madde keratindir. Tırnaklarımız parmaklarımızı mekanik dış tehlikelere karşı korurlar. Özellikle el tırnaklarımız parmaklarımız için çok önemlidir. Onlar olmasaydı derimizin yumuşak tabakası ile eşyaları tutup kaldıramazdık.



El ve ayak tırnaklarımız, derimizin altındaki, tırnak diplerine çok yakın köklerinden çıkarlar. Burada tırnak çok inceleşir ve yarım ay şeklinde beyaz bir. renk alır. Bu bölüm baş parmaklarda çok belirgindir, diğer parmaklarda olabilir de, olmayabilir de ama serçe parmağımızda pek görülmez. Kökteki hücreler ölü bir hücre olan keratin üretirler ve yeni hücreler üredikçe ölü tırnağı dışarı doğru iterler. Bu nedenle de aynen saçlarımız gibi tırnaklarımızı keserken de acı duymayız.







Tırnaklarımız derimize her iki yandan elastik fiberlerle bağlıdırlar. Bu sayede yanlardan bağlı oldukları halde uzadıkça rahatlıkla ilerlerler. Derideki yatakları ile irtibatı biten tırnaklar beyazlaşır ve kesilmeyi beklerler. Halbuki bu kısmın da küçük objeleri tutmak, bir tarafımızı kaşımak, sivilce sıkmak gibi çok ciddi fonksiyonları vardır.



Elimizdeki tırnakların ayaktakilere tek farkı, daha hızlı, yani haftada ortalama 0,5 - 0,6 milimetre hızla uzamalarıdır. Yani ke-silmezlerse yılda 2,5 - 3,0 santimetre uzunluğa ulaşabilirler. Ayak tırnaklarının uzama hızı bunun dörtte biri kadardır.



En hızlı uzayan tırnak orta parmaktakidir. Buradan parmak ne kadar uzunsa, oradaki tırnak da o kadar hızlı uzar sonucunu çıkartabiliriz. Bütün tırnaklar sıcak havada soğuğa nazaran daha hızlı uzarlar. Tırnaklardaki uzama hızı yaş ilerledikçe yavaşlar. Çok ileri yaşlarda neredeyse yarı yarıya düşer. Bebeklerde de tırnak uzama hızı yetişkinlere göre daha yavaştır.



Dışarıdan çok basit bir yapıymış gibi görünen tırnaklarımız aslında çok karışık ve bugün bile tam olarak anlaşılamamış bir yapıya sahiptirler. Tırnak, daha doğrusu onu oluşturan kısım psikolojik değişmelere de duyarlıdır. Stresli zamanlarda, uzun süren yüksek ateşte, zararlı içkiler alındığında çatlarlar, lekeler oluşur, kalınlaşır veya incelirler, yani deforme olurlar. Bu özellikler tırnaklarımızı sağlık durumumuzu ortaya koyan önemli fipuçları haline getirir.

0

Saclarımız niçin beyazlamıyor



Aslında bir saç teli, ortası boş olan ve içinde melanin denilen boya pigmentleri bulunan bir tüpten başka bir şey değildir. Genç yaşlarda bu boşlukta saça renk veren melanini bir arada tutan bir sıvı vardır. Yaşlandıkça derimiz saçlarımızı ve vücudumuzdaki diğer kılları eskisi gibi sağlıklı olarak üretemez. Kılların ortasındaki sıvı kaybolur, boya hücreleri de tutunamadığından sadece hava kalır. Saçlar boyasız hale gelir, beyaz renge yani asıl rengine dönüşür.



Bütün saçlarımızın beyaza dönüşme süreci 10 ila 20 yıl sürebilir. Aslında her bir saç telinin rengi ya siyahtır (sarı, kırmızı, kumral vs.) ya da beyaz. Yani her bir saç teli yavaş yavaş grile-şip beyazlanmaz. Ancak bu süreç içinde hepsi aynı anda beyazlanmadığından, beyazların sayısı arttıkça bütün saç gittikçe açılan gri renkte görülür. İşin ilginç tarafı boya hücreleri bazen üretime hız verirler. Gittikçe beyazlaşan saçlar geçici bir süre tekrar biraz koyulaşmış gibi görünebilirler.



İnsanlar arasında bir şok veya aşırı gerilim geçiren birinin saçlarının bir gecede beyazlaştığı, bir süre sonra da tekrar eski rengine döndüğü söylenir. Hatta bazı tarihçiler Kraliçe Marie Antoinette'nin giyotine gideceği günün gecesinde saçlarının hepsinin bembeyaz olduğunu yazarlar.



Saçların devamlı olarak uzadığı, belirli bir süre sonra dökülüp alttan yeni saç geldiği hatırlanacak olursa, mevcut saçın değil, ancak yeni gelecek saçın beyaz olabileceği, dolayısıyla saçların bir gecede beyazlaşmasının mümkün olmadığı görülüyor. Ancak bilim insanları bu olayın birkaç haftalık bir süreçte olabileceğini söylüyorlar.



Tiroid bezi, şeker gibi hastalıklarda ve aşırı stres veya şok gibi durumlarda kişinin renkli saçları bu süreçte tamamen döküle-bilir ve geriye sadece daha önceden beyazlaşmış saçlar kalabilir. Diğer saçlarla birlikte beyazların yerine de daha gür ve siyah saçlar çıkabilir.



Saçların beyazlaşması insanlık tarihinde nedense hep sorun olmuştur. Kimileri onu olgunluğun ve bilgeliğin simgesi olarak



100



görürken, tarih boyu savaş kahramanları, yaşlılığın ve güçsüzlüğün belirtisi olarak görmüşler ve bir şekilde saçlarını boyamışlardır.



Bu arada bir şeyi daha belirtelim; saçlarımızın kıvırcık, dalgalı veya düz olmasını da ebeveynlerimizden aldığımız genler belirliyor. Kıvırcık bir saçı kestiğimizde kesitinin dikdörtgene yakın olduğunu, dalgalı saçın elips, düz saçın kesitinin ise daire olduğunu görebilirsiniz. İşte bu saç kesitlerinden dolayı bazı saçlar dümdüz uzarken bazıları hemen kıvrılmaya başlar. Kıvırcık saçlılar, saçlarınızı boşuna ütülemeyin, saçın yapısını yani kesitinin şeklini değiştirmeden kalıcı bir düz saça sahip olmanız mümkün değil

0

Niçin hapşırıyoruz?



Hapşırma, ani, irade dışı, sesli bir şekilde ağızdan ve burundan nefes vermektir. Hapşırma burun kanallarındaki sinirlerin uyarılması sonucu oluşan psikolojik bir reaksiyondur. Aslında burnumuz nefes almamızda çok önemli bir görev yapar. Hava onun dar kanallarından türbülans oluşturarak geçerken hem ısısı ayarlanır, hem de içindeki toz burada filtre edilir.



Buradaki sinirlerin uyarılmasının nedenleri değişiktir. En çok alerjik etkilenmedir ama toz, duman, parfümler hatta aniden ışığa bakma gibi başka birçok nedenleri daha vardır. Hapşırmadan önce sanki bir yerimiz ısırılmış gibi sinir uçlarının ikaz göndermesi sonucu, burnumuzdan önce bir salgı gelir. Biz bunun pek farkına varamayız.



Bu salgının ardından beyine giden ikaz neticesinde baş ve boynumuzdaki kaslar uyarılarak ani nefes boşanması olayı yaşanır. Ses tellerinin olduğu bölüm önce kapanır ve buradaki havanın basıncı iyice yükselir. Sonra aniden açılarak hava yüksek bir sesle dışarı verilir. Tabii beraberinde burnumuzdaki toz gibi yabancı maddeler ve soğuk algınlığı yaratan mikroplar da. Ancak tıp bilimi hapşırma ile yayılan mikropların, elle yayılanlardan çok daha az olduğunu saptamış bulunmaktadır.



Uyku sırasında özellikle rüya safhasında sinir sisteminin bazı elemanları kapalı olduğundan normal şartlarda hapşırma olmaz. Uyarı çok kuvvetli ise olabilir ama anında uyanılır. Ancak bu beyin tarafından tehlike olarak algılanmaz. Uyurken ayağını gıdıkladığımız kişinin ayağını çekip, arkasını dönüp, uyumağa devam etmesi gibi.



Hapşırma refleksinin detayları tam bilinmese de kesin olarak bilinen bir şey var. Hapşırırken gözlerinizi açık tutamazsınız. Bunu bilim insanları vücudumuzda bir acı veya ağrı duyduğumuzda gözlerimizi kapatmamıza bağlıyor. Kibarlık olsun diye hapşırığı tutmaya çalışmak ise kesinlikle tavsiye edilmiyor.



Güneş ışığı ile karşılaşınca hapşırmanın genetik olduğu ileri sürülüyor. Dünya nüfusunun en az yüzde 18'i bu hassasiyete sahip. Hapşırma sayısının da genlerle nakledildiğini ileri süren bilim insanları var. Bazı ailelerde üç kere hapşırılırken, bazılarında sekizincide duruyormuş.



İnsanlara hapşırdıktan sonra 'çok yaşa' deme adetinin kökeni Hıristiyanların 'God bless you' yani 'Tanrı seni takdis etsin' veya Tanrının hayır duası üzerinde olsun' cümlesine dayanmaktadır. Altıncı yüzyılda hapşıranlara vücutlarındaki şeytanı attıkları için tebrik anlamında söylenen bu söz büyük veba salgını başlayınca Papa tarafından söylenmesi zorunlu kılındı ve kanunlaştırıldı.

0

Moğollar şarkısı - Issızlığın ortasında sözleri




Bir düş gördüm geçenlerde
Görmez olsaydım ah olsaydım
İçime şeytan girdi sandım
Keşke hiç uyumasaydım

Birdenbire
Ateş ve duman
Feryad-ı figan
Sanki elele
Geliyor habire
Üstümüze, üstümüze

Canlar, sazlar
Kan oldular
Kesildi teller
Durdu nefesler
Ama hala
Dimdik ayakta
Ayaktalar

Çığlık kalleş
Sessizlik mi dost
Ateş ve duman
Hain düşman
Issızlığın ortasında
Issızlığın ortasında

0

Un niçin çok tehlikeli bir patlayıcıdır? 




Tarihte kayda geçen ilk un patlaması 1785 yılında İtalya'da Turiri'de bir ekmek fırınında, bir lambanın un tozunu tutuşturması sonucu oldu. Ölüme ve fazla zarara yol açmayan bu patlamadan sonra konu unutuldu gitti.

 

Modern günlerimizin başlangıcında, insanlık tarihinin ana gıdası ekmeğimizin en önemli girdisi olan unun çok ciddi bir şekilde yanarak patlayabileceğini kime söyleseniz herhalde şaka kabul eder gülerdi. 1981'de ABD'de büyük bir hububat silosu infilak edip, 9 kişi ölüp, 30 kişi de yaralanınca gülmeler durdu. 1988'de hububat bulunan yerlere belirli bir emniyet standardı getiren kuralların uygulanmasına başlanılmasına rağmen 90'h yıllarda sadece ABD'de undan kaynaklanan ortalama yılda 13 patlama oldu.



Peki nasıl oluyor da un bu kadar tehlikeli bir şekilde patlayabiliyor? Sebebi basit. Çünkü o bir karbonhidrat. Havada toz olarak asılı duran karbonhidratın miktarı, bir metreküpte 50 gramı aşınca herhangi bir şekilde tutuşturulduğunda patlar. Un tozları o kadar küçüktür ki, anında yanar ve bu yangın diğerlerine zincirleme yayılır. Bu da toz bulutunda, ortama da bağlı olarak, patlayıcı bir güç oluşturur. Benzer durum şeker, puding ve hatta çok ince testere talaşlarında bile oluşabilir.



Bir yangının çıkması için üç şeyin bir arada olması gerekir. Hava (içindeki oksijen), yanıcı madde (burada un oluyor) ve tu-tuşturucu. Silolarda insanların çalıştıkları yerlerde tutuşmak için gereken metreküpte en az 50 gram un tozu miktarına pek ulaşılamaz. Tabii burada unutulmaması gereken patlamaya sebep verenin yanıcı maddenin havada asılı duran toz miktarı olduğudur, yoksa yere serilen unda böyle bir tehlike yoktur.



Silolarda tutuşmaya sebep olan şeyler, bilinçsizce yapılan bir kaynak, bir kesme işlemi, sigara, asansörler ve konveyörlerin mekanizmalarından çıkan kıvılcımlar olabilir. Şüphesiz ortamın da çok önemi vardır. Patlamanın yarattığı büyük basınç boşalacak yer bulamazsa binayı bile yıkabilir. Açık havada ise patlama olmaz ama yine de tehlikeli bir alevlenme olur.



Hanımlar, endişelenmeyin, kurabiye veya börek yapmak için aldığınız bir kilo undan 50 gramı havaya uçmaz. Bu olay için tonlarca un gerekir. Hamur yoğurmak için balkona çıkmanıza hiç gerek yok!

0

Gökyüzü neden mavidir?


Bu işin daha ilginç bir yanı var. Güneşin ışığı ne renktir, hiç düşündünüz mü? Çoğunuzun sarı diyeceğine eminim. Güneş ışığı beyazdır, yani bir renk değildir, bütün renklerin karışımıdır.



Bunun ispatı ise çok kolaydır. Eğer evinizde kristal bir avize varsa, bir parçasını annenize belli etmeden alın ve güneşe doğru tutun. Kristalin ışığı kırarak aynı gökkuşağının renkleri gibi ayrıştırdığını göreceksiniz.



Bilindiği gibi, güneşin beyaz ışığı aslında mor, mavi, yeşil, sarı, turuncu ve kırmızı renklerin karışımıdır. Güneşten çıkarak atmosferimize kadar yol alan güneş ışınlarının çoğunluğu teğet geçerken, bir kısmı atmosferimiz tarafından emilir.



Bu ışık atmosferden geçerken mor tarafındaki ışıklar, kırmızı tarafındakine göre daha fazla dağılırlar ve atmosferde çoğunlukla mavi renk kırılarak yeryüzüne yansıtılır. Bu durumda biz gökyüzünü mavi renkte görürken, güneşi de beyaz-sarı karışımı bir renkte görürüz.



Atmosferimiz olmasaydı, güneşi yine parlak bembeyaz renkte görecek ancak bütün gökyüzü geceleri olduğu gibi karanlık olacak, güneşle beraber diğer yıldızlar da görünüyor olacaktı.



Peki aslında beyaz renk olan güneş ışınları yukarıda bahsedilenler nedeniyle sarı renk görülüyor da, güneş ufka yaklaşıp batarken nasıl turuncu, hatta kıpkırmızı bir renk alabiliyor?



Güneş ufukta alçaldığı zaman, açısı nedeni ile gözümüze ulaştığı mesafe de uzadığından, ışınları ona bakanlara daha çok



170



yol kat ederek ulaşır. Bu, ışınların havada daha çok molekül ve parçacık arasından geçmesi, onlar tarafından daha çok yansıtılması ve dağıtılması demektir.



Böylece güneş ufukta alçalmaya, batma noktasına doğru gelmeye başlayınca, o anda tepesinde bulunduğu yerlerde kırmızı dışındaki renkler atmosfer tarafından emildiği için gökyüzü mavi, güneş san renkte görüldüğü halde, güneşi ufukta görenlere kırmızı ve biraz da turuncu renkler ulaşır.

0

Arzın (Dunya'nın) merkezine seyahat nasıl olurdu?



Eğer dünyanın merkezinden geçen ve öbür tarafa açılan bir kuyu kazabilseydik ve de bu kuyunun ağzından içeri atlasaydık ne olurdu?



Kesin olan bir şey var ki, dünyanın merkezine ulaştığımızda, erimiş magma içinde eriyip yok olacaktık. Biz yine de magmayı ve hava sürtünmesini unutup, bu boş kuyuda yapacağımız yolculuk nasıl olurdu, ona bakalım.



Dünyanın merkezine ulaştığımızda ağırlığımız sıfırlanırdı. İnsanı dünyanın merkezine çeken yer çekimi bu noktada her yönde aynı olduğundan, ağırlığımız sıfır olur, ama ilk hızla merkezi geçer öbür uca doğru seyahate devam ederdik.



Kuyudan atladığımızda süratimiz gittikçe artar, merkezi geçtikten sonra gittikçe yavaşlamaya başlar, kuyunun öbür ucunda, yani başladığımız noktadan yaklaşık 13.000 kilometre sonra hızımız sıfırlanır, kuyunun kenarına iyi tutunamazsak, gerisin geriye düşer ve bu hareket kuyunun iki ucu arasında sonsuza kadar devam ederdi.



Ama unutmayalım ki, başlangıçta hava sürtünmesini hesaba katmadığımızı söylemiştik. Sürtünme nedeni ile her seferinde merkezden daha az uzaklaşır ve sonunda merkezde hareketsiz kalırdık. Siz, siz olun, her gördüğünüz kuyunun içine atlamayın!

0

Deniz suyu niçin tuzludur?



Yirminci yüzyılın başlarında bilim insanları bu konuyu çok basit bir şekilde açıklıyorlardı. Bu açıklamaya göre, her ne kadar nehirlerin suları tatlı ise de içlerinde bir miktar da erimiş mineral vardır. Yataklarındaki bu mineralleri ve içlerinde tuz bulunan kayaları erozyona uğratarak okyanuslara taşırlar. Bu mineraller içinde en çok olanı kimya dilinde sodyum klorür (NaCl) diye adlandırılan bildiğimiz sofra tuzudur ve bir daha karaya geri dönmez.



Bilim insanları bu teoriden yola çıkarak dünyanın yaşının da hesap edilebileceğine inanıyorlardı. Ancak nehirlerdeki tuz oranı ile okyanuslardaki tuz oranı mukayese edilerek yapılan hesaplamalarda dünyanın yaşı 300 milyon yıl çıktı. Dünyamız ise gerçekte 4,5 milyar küsur yaşındadır.



Ayrıca bu teoriye göre denizlerdeki tuzun her geçen yıl artması gerekir. Her ne kadar denizlerdeki tuz oranı bölgelere ve zamana göre değişiklik gösterse de içindeki belli başlı elementlerin yoğunluklarının yüz milyonlarca yıl hemen hemen aynı kaldıkları bilinmektedir. Öyleyse bu yüksek miktardaki tuz başlangıçta denizlere nereden gelmiştir? Bilim insanları da tam olarak bilemiyorlar ve emin değiller ama iyi bir tahminleri var.



Tuz iki çeşit atomdan yapılmıştır. Sodyum (Na) ve Klor (Cl). Bilim insanları Sodyum'un ilk teoride olduğu gibi nehirler yolu ile karalardan denizlere taşındığını, Klor'un ise dünya tarihinin ilk dönemlerinde, yer kabuğu ile yer merkezi arasında kalan katmanlardan, okyanusların diplerindeki çatlaklar ve volkanlar yolu ile denize karıştığını ve bu ikisinin birleşerek denizin tuzunu oluşturduklarını tahmin ediyorlar.



Ama hala niçin denizlerin gittikçe tuzlu olmadığının cevabını alabilmiş değiliz. Bilim insanları bunun açıklamasını da şöyle yapıyorlar: Tuz nehirler yolu ile denizlere ilave edilmektedir,



172



ama aynı zamanda denizdeki diğer kimyasallarla birleşerek, okyanus tabanındaki kayalar tarafından emilerek veya deniz suyunun çözeltisinden ayrılıp çökelti haline gelerek bir şekilde deniz suyunun içinden eksilmektedir.



Yüz milyonlarca yıl, eksiltme ve ilave etme yolu ile deniz suyunun tuzluluk oranını hep aynı tutan bu müthiş ayar gerçekten çok etkileyici.



8.04



Güneşe yaklaştıkça hava niçin soğuyor?



Dünyamızdaki ısının kaynağı güneş olduğuna göre ve bir dağın tepesi güneşe daha yakın iken orada hava niçin daha soğuk oluyor? Öncelikle şunu söyleyelim ki, güneş ile dünya arasındaki mesafeyi düşünürsek, bir dağın tepesine çıkmakla bu mesafedeki azalış çok önemsiz kalır. Güneş dünyamızdan 149,5 milyon kilometre uzakta iken dünyamızdaki en yüksek dağın yüksekliği 9 kilometreyi bile bulmaz. (Everest: 8.846 metre)



Biz zaten her gün evimizde otururken dünyanın kendi çevresinde dönmesinden dolayı, dünyanın çapı kadar, güneşe 12 bin kilometre yaklaşıp uzaklaşıyoruz. Elips şeklindeki yörüngesinde dünya güneşin etrafında dönerken güneşe en fazla yaklaştığı mesafe 147 milyon, en uzaklaştığı mesafe ise 152 milyon kilometredir. Yani dünya zaten bir yıl içinde güneşe 5 milyon kilometre yaklaşıp uzaklaşmaktadır. Bu durum dünyamızdaki ısıyı pek etkilemez, mühim olan ışınların dik gelmesidir.



Güneşin dünyamızda yarattığı sıcaklık, ışınlarının yeryüzünden yansıması ile olur. Ondan sonra yükseldikçe nemli havada her bir kilometrede yaklaşık 6-7 derece düşer. Yani Everest'in dibi ile tepesi arasında 50 dereceden fazla sıcaklık farkı olması doğal. Bu sıcaklık düşüşü atmosferin birinci katmanına kadar böyle sürüyor. Yani yeryüzünde ısı 25 derece iken 11 kilometre tepemizde -50 dereceye kadar düşüyor. Bundan sonra sıcaklık değişiminin akıl almaz dansı başlıyor.



173



Atmosferin ikinci tabakası olan ve içinde ozon tabakası da bulunan 11. ve 48. kilometreler arasında hava ısısı bu sefer tam tersi yükseldikçe artıyor, tekrar sıfır dereceye kadar çıkıyor. 48. kilometreyi geçip 3. tabakaya girince ta 88. kilometreye gelene kadar tekrar düşüşe geçiyor. Bu tabakanın sonunda, yani 88. kilometrede -80 derecelere kadar düşüyor. Bundan sonra da sürekli yükselişe geçerek güneşe yaklaştıkça artıyor.



Güneşin yüzeyinden 2 milyon derece sıcaklıkla çıkan ışığın 149,5 kilometre yol kat ettikten sonra dünyamız yüzeyine yaşayabileceğimiz bir ortamı yaratacak şekilde bu kadar ince ayarla gelmesi hakikaten inanılmaz.



Yeryüzünde ısınan havanın yükseldiği doğrudur, ama hava bu enerjisini yükselirken harcar ve dağın tepesine ulaştığında çevre hava ısısı ile aynı ısı derecesine gelir. Dağ tepelerinin soğuk olmasının bir başka nedeni dağ yüzeylerinin şekilleri dolayısıyla güneş ışıklarım dik alamamalarıdır. Bu nedenle dağların etekleri bile serin olur, burada ısınıp yükselen bir hava tabakası bile oluşamaz. Ayrıca dağdaki kayalarla birlikte kar ve buz da güneş ışınlarını fazla emmez ve çoğunu yansıtırlar.



Yeryüzünün ısınmasında bulutlar da önemli rol oynarlar. Dikkat ederseniz bulutsuz geceler, bulutlu gecelerden daha soğuktur. Çünkü bulutlar yerden gelen ısıyı tekrar yere yansıtırlar. Dağ zirvelerinde ise ne bu sıcaklığı yere tekrar yansıtacak bulut vardır, ne de onu tutacak yoğunlukta atmosfer.

0

 

Suyun hacmi, donunca niçin küçülmüyor?



Günümüzde ilim o kadar gelişmiştir ki, atomun, çekirdeğinin, çevremizdeki her şeyin, dünyamızın hatta gökyüzündeki yıldızların hareketlerinin şimdiye kadar keşfedilen ve bilinen fizik kuralları ile izahı mümkündür. Bildiğimiz her şey fizik kurallarına uyar. Bir şey hariç. Yaşamımızın ayrılmaz bir parçası olan su.





Fizik kurallarına göre bir madde ısıtıldığında genişler, genlesin Soğutulduğunda da büzüşür, yani hacmi azalır. Ancak su bu kurala uymaz, aksine sıfır derecenin altına soğutulduğunda donar ve buz olarak hacmi azalacağına artar. Saf su buza dönüşürken, hacminin yüzde 9'u oranında genişler. Buzda su molekülleri olağanüstü gevşek bir oluşum içinde yer alırlar. Buz, arada deliklerin kaldığı bir yapıya sahiptir.



Bilindiği gibi, bilimsel formülü 'H2O' olan su, iki hidrojen ve bir oksijen atomundan oluşmuştur. Bu iki hidrojen atomu, oksijen atomu ile birleştiklerinde, kendi aralarında 105 derecelik bir açı meydana getirirler. Yapı olarak iki hidrojen atomunu birleştiren başka elementler de vardır ve onlar fizik kurallarına uyarlar. Örneğin aynı yapıdaki 'H2S' eksi 83 derecede donar ve eksi 60 derecede gaz haline geçer. Ancak su hidrojen atomlarının dipol bağlantıları nedeni ile sıfır derecede donar, artı 100 derecede gaz haline geçer, donarken de hacmi küçüleceğine büyür.



tşte bu fizik yasalarına aykırı özellik dünyamızdaki yaşamı sağlar. Eğer buz sudan daha yoğun, yani daha ağır olsaydı, suyun içinde dibe batardı. Soğuk bölgelerde denizlerde, göllerde ve nehirlerdeki dibe batan buzlar, güneş ışığı alamayacaklarından eriyemiyeceklerdi. Böylece yıllar süren birikimlerle her tarafı buzlar kaplayacak ve buzullar devri başlayabilecekti.



Ancak buz, yoğunluğunun azlığı nedeni ile suyun üzerinde kalır. Bu durumda buzlar altlarındaki suların donmalarına engel oldukları için dünyamızdaki ani ısı değişikliklerini de önlerler, gece ve gündüz arasındaki ısı farklarını azaltırlar ve yaz günlerindeki güneş ışığı ile kolayca erirler.



Eğer buz sudan daha ağır olmuş olsaydı, gezegenimizdeki tüm su rezervleri donmuş olurdu. Belki de başlangıçtaki buzul devrinde öyleydi de, tabiat ana kendi koyduğu kurallara aykırı olarak, hidrojen atomlarının arasındaki açıya biraz dokundu, buzun suyun üstünde kalmasını sağladı ve dünyamızı bizim için yaşanır hale getirdi.

0

Yaşanmış en düşük ve en yüksek sıcaklık kaç derecedir? 



Şimdiye kadar dünyamızda tespit edilebilen en düşük sıcaklık güney kutbunda eksi 89.6 derece ile Antarktika Vostok istasyonunda ölçülmüştür. Sanılmasın ki güney kutbu devamlı kar yağışı aldığı için dünyanın en soğuk yeridir. Antarktika daima karla kaplı olmasına rağmen dünyanın en az yağış alan çöllerinden daha kuraktır. Soğuk hava çok uzun aralıklarla da olsa düşen her yağışı dondurup, koruduğu için sürekli kar ve buzlarla örtülüdür.



Ortalama sıcaklık olarak güney kutbu eksi 49 derece ile kuzey kutbundan 2 derece daha soğuktur. Çünkü güney kutbu deniz seviyesinden daha yüksektir, güneşten daha az ışık alır ve güneşin gittiği zamanlarda bu ışığın getirdiği ısıyı süratle kaybeder. Dünyadaki buzların yüzde 90'ı güney kutbundadır, buzlar denizin altında 600 metre derinliğe kadar iner. Yaşam ancak buz parçalarının kıyılarında penguen ve fok sürüleri olarak görülür.



Kuzey kutbu, altında hiçbir kara parçası olmaksızın, denizin üstünde yüzen bir buz kütlesidir. Kuzey kutbunda bulabileceğiniz her taş mutlaka göktaşıdır.



Dünyamızda ölçülebilecek en düşük soğukluk eksi 273 derecedir. Bundan daha düşük sıcaklıkta moleküller hareket edemeyeceği için buna 'mutlak sıfır' denilir.



Dünya üzerindeki ortalama sıcaklık 5-10 derece artsa Grön-land ve Antarktika'daki buzullar erir, okyanuslardaki su düzeyi 100 metre artar ve tabii dünya haritası da önemli bir şekilde değişirdi.



Dünyada bugüne kadar saptanabilen en yüksek sıcaklık gölgede 58 derece olarak 13 Eylül 1922 tarihinde Libya'da El-Azi-zia'da ölçülmüştür.



Tabii en yüksek sıcaklık insanı en fazla rahatsız eden sıcak-



lık anlamına gelmez. Burada havadaki nemin, yani rutubetin çok önemli bir rolü vardır. Göremeyiz ama havanın içinde su da, daha doğrusu su buharı da vardır. Atmosferde bulunan su miktarı toplanabilseydi, dünya yüzeyini 2,5 santimetre kalınlığında bir su tabakası kaplardı.



Ancak havanın içine alabileceği su miktarının bir sınırı vardır. Bu suya doyma seviyesine gelince hava artık içine su alamaz. İnsanlar terleyince ter buharlaşıp havaya karışamaz ve artık terleyemezler, rahatlayamazlar. Çok kuru bir havada 35 derecede terleyebildiğiniz için fazla bir rahatsızlık duymaya bilirsiniz de, nemli, suya doymuş havada 25 derece bile bunalma hissi verebilir.

0

Bulutlar nasıl oluşuyor ?


Tepenizde gördüğünüz orta büyüklükte, yaklaşık l kilometre çapındaki bir bulutun hacmi 4 milyar metreküptür ve içinde l -5 milyon kilogram su vardır. Peki nasıl oluyor da bu kadar su başımıza kovadan dökülür gibi dökülmüyor, bu kadar tonlarca ağırlık havada durabiliyor? Gerçekten bulutlar gökyüzünün inanılmaz ve harika süsleridir.



Hiçbir bulut diğeri ile şekil ve hacim olarak aynı değildir. Çünkü oluşumlarına etki eden hava akımları, sıcaklık, basınç, havadaki toz miktarı v.b. gibi o kadar çok etken vardır ki, çok değişken olan atmosferde iki yerde bütün bu şartlan eşit olarak sağlamak mümkün değildir.



Isınan yeryüzünden buharlaşan su, havadan hafif minik su buharları şeklinde doğruca gökyüzüne yükselir. Belirli bir yükseklikte basınç azaldığı, hava da soğuduğu için minik su damlacıkları haline geçerler ve bulutları oluştururlar. Başlangıçta bu damlalar o kadar küçüktür ki, çapları birkaç mikrometredir, (insan saçı 100 mikrometredir.) Ortalama bir yağmur damlasının oluşabilmesi için bunlardan milyonlarcasımn birleşmesi gerekir.





Bulutların bu kadar ağırlığa rağmen gökyüzünde asılı kalabilmelerinin sebebi bu damlacıkların çok küçük olmalarıdır. Her ne kadar bir kilometre çapındaki bir bulutta en azından 1.000 ton su varsa da bu hacimdeki hava 1.000.000 tondur, yani bin kez daha ağırdır. Bu nedenle de bulutlar içerlerindeki yağmur taneleri iyice oluşup, ağırlaşıp yere düşene kadar tepemizde gezinip dururlar. Aslında yağmur yağarken yağmur damlası oluşma işlemi devam ettiğinden bulut içindeki suyu boşaltıp bir anda kaybolmaz.



Bulutun oluşumunda başlangıçta oluşan su damlacıkları o kadar küçüktür ki, üzerlerine gelen ışıkları doğrudan yansıtırlar ve bu tip bulutlar pamuk gibi beyaz görünürler. Su damlacıkları birleşip büyüdükçe, yani kalınlaştıkça ışığı daha az yansıtırlar, bu nedenle de yağmur bulutları daha koyu, gri hatta siyaha yakın renkte görünür. Gittikçe büyüyerek ağırlaşan bu damlalar bulutun altında toplandığından, bu tip bulutların tabanları üst taraflarına nazaran daha koyu renktedirler.



Havadaki sıcaklık yatay olarak genellikle aynıdır. Bu nedenle havanın içine suyu alabileceği yükseklik yatay olarak hemen hemen aynı olduğundan bulutların altları daha düzdür. Bulutun ortası ile üst kenarı arasındaki ısı farklı olduğu ve üst tarafında su damlası oluşumu devam ettiği için üst taraflar kıvrımlıdır.



Bulutlar şekillerine ve yüksekliklerine göre sınıflandırılırlar. Genelde üç ana grupta toplanırlar. Bu sınıflandırmaya göre, ince, tutam tutam, ufak bulutlara 'sirüs', kümeler halinde olanlara 'kümülüs', ufukta tabaka halinde görünenlere de 'stratus' deniliyor. Ayrıca iki tane de yükseklik kategorisi var. Bulutun tabanı yerden 2.000 - 6.000 metre yükseklikte ise ön ismi 'alto', 6.000 metreden daha yükseklikte ise de 'sirro' oluyor. Yağmur bulutlarına da diğerlerinden ayırmak için 'nimbo, nimbus' gibi isimler ekleniyor.

0

Niçin yağmur yağıyor ?



Herhalde siz de haberlerin sonunda hava durumunu merakla izliyorsunuzdur. Acaba yarın yağmur yağacak mı? Şemsiyemi yanıma alayım mı? Yağmur günlük yaşantımızın çok önemli bir parçasıdır. Bazı yerlerde kuraklıktan yağmur duasına çıkılırken, bazı yerlerde de caddelerde sandallarla dolaşılıp, sel basan evlerden, eşyaları kurtarmaya uğraşırlar. Peki nasıl oluyor da başımıza böyle gökten sular geliyor?



Aslında mekanizma basit. Güneş ışığının etkisi ile yeryüzünden su buharlaşıyor, yani gaz haline geçiyor. Bu durumda havadan hafif olduğundan atmosferde yükseliyor. Yükseldikçe hava soğuyor ve hava basıncı azalıyor. Su buharı soğudukça havadaki toz parçacıklarına tutunarak su damlası haline dönüşüyor ve bunların milyonlarcası havada birleşerek gözümüze bulut olarak görülüyorlar. Bulutları oluşturan bu su damlacıkları hemen ya-kınlarındakilerle sürekli birleşiyorlar, büyüdükçe büyüyorlar, ağırlıkları artıyor, yeterli ağırlığa ulaşınca yer çekiminin etkisi ile yere düşmeye başlıyorlar. Yeryüzünden buharlaşıp, bulut oluşturup sonra yağmur olarak yeryüzüne dönen su buharının havada geçen bu macerası ortalama 8 gün sürüyor.



Ancak bulutun içindeki su damlacıklarının tümü yağmur olarak yeryüzüne inmiyor. Bir bulutun en fazla yarısı yağmur olarak yağabilir ve bu da normalde 30 dakika sürer ama bulut devamlı olarak yeniden oluştuğundan yağmur saatlerce, hatta günlerce sürebilir. Bu arada rüzgara bağlı olarak bulutlar devamlı hareket ettiklerinden yağmur çok geniş bir alana yağabilir. Bugüne kadar dünyamızda tespit edilebilmiş en yoğun yağış 26 Kasım 1970 tarihinde Guadaloupe'de olmuş, sadece bir dakikada 3.81 santimetre yağmur yağmıştır.



Atmosferde, yani başımızın üzerindeki havada 13 milyar ton su buharı bulunuyor. Bunun hepsinin bir anda yeryüzüne indiğini düşünebiliyor musunuz? Dünyamızda yağmurun çoğu, yani yüzde 78'i okyanusların üzerine yağıyor. Bu da çok normal, çünkü havanın içindeki su miktarının kaynağı hemen hemen aynı oranda okyanuslardan geliyor.



Yağmur damlalarının yarı-çapları 0.5 milimetreden 6.35 milimetreye kadar değişebiliyor. 5.0 milimetre yarı-çapındaki bir yağmur damlasının 1800 metre yükseklikteki bir buluttan çıkıp başınızın üstüne düşmesi için geçen zaman yaklaşık 3 dakikadır. Yani aslında şemsiyenizi açabilmeniz için yeterli süre vardır.



Suni yağmur yaratabilmek için günümüzde bazı teknolojiler geliştirildi ki, temeli su damlacıklarının yapışabilmesi için çekirdek görevi yapabilecek tozları bulutun içine gönderebilmek-tir. Bunun için bulut uçak veya helikopterden gümüş iyodür ile bombalanıyor. Bu işte de en usta olan İsrailliler. Onlar bu yöntemle yağmur miktarını yüzde 13 oranında arttırabilmişler. Yağmurun oluşabilmesi için ana etkenlerden biri olan toz parçacıklarının, yani hava kirliliğinin artması ise tam ters etki yapıyor, bu durumda damlacıklar küçülüyor ve yağmur olarak yere düşmeyi başaramıyorlar.

0

Niçin kar yağıyor ?


Kış aylarında güneş ışınları çok güçlü olmadığı için, bulutların bulundukları yüksekliklerde hava sıcaklığı çok düşük olunca, yükselen su buharı, sublime denilen şekilde sıvı hale geçmeden, bu aşamayı atlayarak doğrudan buz kristali haline dönüşür. 0.1 milimetre çapındaki buz kristalleri birbirlerine yapışarak kar tanelerini oluştururlar.



Eğer bulut ile yer arasındaki hava sıcaksa bu kar taneleri yere düşene kadar yağmur tanesi haline dönüşebilirler, ama soğuk-sa yere kadar kar tanesi olarak inmeyi başarabilirler. Hafiflikleri nedeniyle yere o kadar yavaş inerler ki 3000 metreden inme-



180



leri 2 saat alabilir. Bazen bulutun altındaki sıcaklık öyledir ki, bir kısmı kar, bir kısmı yağmur damlası halinde düşerler, biz buna 'sulu sepken' diyoruz. Yani yağmur veya kar yağmasını belirleyen ana unsur, bulut ile yer arasındaki hava sıcaklığıdır.



Genel kanının aksine kar yağması havayı ısıtmaz, aksine ısınan hava karın yağmasına sebep olur. Çok soğuk havanın içine su alma kapasitesi daha azdır. İçine alamadığı su ya 'don' şeklinde yeryüzünde kalır ya da 'kırağı' oluşur. Bu şartlarda kar kesinlikle oluşamaz. Hava 3 derece gibi biraz ısınınca, su buharı yeryüzünden yükselebilir, çok yüksekliklerdeki soğuk hava tabakalarına ulaşabilir ve kar yağışı meydana gelebilir. Biz de sanki kar yağdığı için hava ısınmış gibi algılarız.



Kar tanesinin oluşumu hakikaten bir tabiat mucizesidir. Gerçi bazı kayak merkezlerinde, kar yağışı yetersiz olduğu zamanlarda suni kar üretiliyor ama bu görüldüğü kadar kolay değil. Doğal kar tanelerinin ortasında çekirdek olarak toz parçacıklarının olduğunu biliyoruz. Eğer bunlar olmazsa saf su -40 derecede bile kristalleşemiyor.



İlk olarak 1975 yılında Berkeley, California Üniversitesinden Prof. Steve Lindow 'snomax' denilen bir proteini toz parçacıkları yerine kullanarak suni kar üretmeyi başardı. Bu madde sayesinde daha hafif ve kuru kar tanelerinin üretilmesi sağlandı ve Norveç'te yapılan 1994 kış olimpiyatlarında çok yaygın olarak kullanıldı.



Kar kristalleri altıgen bir şekil içindedirler. Her bir koldan 3 ve 12'li kollar çıkar. Bu dizilişin sebebinin oksijen atomlarının diziliş şekli olduğu sanılıyor.



Dolu yağışı daha ziyade ılıman iklimlerde ve bahar aylarında görülür. Isınan hava ile yükselen su buharı, hava akımları ile daha da yükselerek 12.000 metre civarında -50 derece hava sıcaklığında buz kristallerine dönüşür. Buradaki güçlü hava akımları ile bu buz kristalleri de birleşerek buz tanelerini oluşturur.







Bu buz taneleri ağırlıkları nedeni ile o kadar hızlı düşerler ki bulut ile yer arasındaki sıcaklık ne olursa olsun eriyecek zaman bulamazlar. Çapı 5 milimetreden büyük dolular halinde yeryüzüne ulaşırlar. Aslında tüm bu şartların oluşması çok enderdir ve bu nedenle dolu yağışı hem çok az görülür, hem de çok kısa sürer.

0
Blogger tarafından desteklenmektedir.

Blog Archive

Link list 3

Link list 2

Tags

Social Icons

Pages

Link list 4

Flickr Images

Blogroll

Popular Posts

Popular Posts